11 Ocak 2018 Perşembe

Three Billboards Outside Ebbing, Missouri / 2017



Ebbing kasabasının çıkışında üç tane reklam panosu...
İlkinde "Ölürken tecavüze uğruyordu" 
İkincisinde " Hala tutuklama yok mu?"
Üçüncüsünde ise " Bu nasıl oluyor Şef Willoughby?" yazan üç reklam panosu..
Bunları yazdıran Mildred isminde aylar önce kızı tecavüz edilip, yakılarak öldürülen, Ebbing kasabasında yaşayan acılı bir anne. Uzun süredir polis şefinin suçluyu yakalamak için gerekli adımları atmadığına inandığından ses getireceğini düşündüğü bu hamleyi yapar. 
Ama bu hareketi kasabada infial yaratır. Çünkü tüm kasaba polis şefini çok sevmektedir ve şef pankreas kanseri olduğundan sayılı günü kalmıştır. 
Ama Mildred, tek başına mücadele eder, karşısında duranlarla...
Bu mücadeleyi seyrederken... 
İyiler gerçekten  iyi mi?  
Kötüler aslında sanıldığı kadar kötü  değil mi?
İyiler de kötü olabilir miymiş? 
Kötülerin içinde iyiliğe evrilebilecek bir yön mü varmış? 
Suçlular hep cezasını bulur muymuş? 
Masum değil miymiş hiçbirimiz? .... soruları da beynimde at koşturdu desem yeri..
Bir o karakterle, bir öbür karakterle empati yapmaktan, bir karakterden önce nefret edip, sonra onu bağrıma basacak kadar sevmeye giden uç duygular yaşamaktan, kimin safını tutup, kimin karşısında olacağımı bilememekten ruhum yoruldu. 
Ama çok sevdim bunu.. Çünkü bu filmde kesin iyiler ve kötüler yok.. Suçlu, suçsuz irdelemek yok.. Kesin yargılar yok. Ama Amerikan adalet sistemine, politikasına, din adamlarına büyük goller var.
Ve şahane bir senaryo var. Çok ince dialoglar var. Müthiş oyunculuklar var. 
Sevgi var, nefret var, öfke, kızgınlık, şiddet, affediş, kabulleniş var.  Ve bu zıtlıkların evrilişleri var bir o tarafa, bir öte tarafa..
Zaman zaman kahkaha da atıyorsunuz, zaman zaman durumun ağırlığı üstünüze üstünüze geliyor..
Galiba yönetmen Martin McDonagh bize insanı göstermek istemiş..Tüm çıplaklığı ile insanı...
Bu da şaşırtıyor, düşündürüyor, kimi zaman hatta, yok saçmalamış bile dedirtiyor.
Bu gösteride oyuncuların herbiri müthiş iş çıkarıyorlar. Özellikle Mildred'i oynayan Frances McDormand ve kıt akıllı polis yardımcısı Dixon'u oynayan Sam Rockwell. Zaten bu oyunculukları ile Golden Globe'da ödül aldılar.
Ben, Dixon'un annesini oynayan Sandy Martin'in oyunculuğuna da bayıldım.
Sahi bu iki anne, Mildred ve anne Dixon neden erkek gibiydiler filmde? Kılıkları, kıyafetleri, içki içişleri, küfürlü konuşmaları ve davranışları ile? İkisi de dul kalmış iki kadın ve yalnız 
çocuk yetiştirmişler.. Dış dünyaya karşı bir kalkan mı oluyor acaba yalnız kadınların erkekleşmesi?
Film hakkında çok detaya girmedim spoiler olabilir diye.
Ama, şunu söylemeden edemeyeceğim. Polis şefi Willoughby'ın intiharından önce,karısına, Mildred'e ve yardımcısı Dixon'a yazdığı mektuplar olağanüstüydü. Bir insan, ölmeden önce mizah duygusu ile böyle güzel mektuplar yazabilir mi, ölümü böylesine kabullenebilir mi? Olurmuş demek....
Demiş ya şair Muhyiddin Abdal...
" İnsan insan derler idi
   İnsan nedir şimdi bildim
   Can can deyu söylerlerdi
   Ben can nedir şimdi bildim."
Ben de bu film ile insana dair bir pencere daha gördüm.
Teşekkürler Martin McDonagh...

6 Ocak 2018 Cumartesi

Our Souls at Night ( Ruhların Sonbaharı) 2017



"Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
  Hırsızlar, polisler, açlar, toklar uyusun
  Herkes uyusun, bir seni uyutmam, bir de ben uyumam
  Herkes yokken biz oluruz, biz uyumayalım " Turgut Uyar

" Geceler  en kötüsüdür,  öyle değil mi?"
"Ben de öyle düşünüyorum"
Louis ve Addie'yi bir araya getiren iki cümle..
İkisi de ömrünün sonbaharında, ikisinin de eşleri yıllar önce ölmüş ve ikisi de yıllardır yalnız yaşıyorlar..
Bir akşam Louis'nin kapısı çalınıyor. Gelen yıllardır komşusu Addie'dir ve ona bir teklifi vardır . Geceleri yalnız uyumanın zorluğundan bahseder ve gecelerini birlikte geçirmeyi önerir. Aynı yatakta yatacaklar ve sohbet edeceklerdir sadece.
Louis'nin önce teklif garibine gitse de, bir süre düşünüp kabul eder.
Böylece her gece Louis, Addie'nin evine gelir bir kesekağıdı içinde taşıdığı pijama ve terlikleri ile.. Her gece sohbet ederler ve birlikte uyurlar. 
Günler daha doğrusu geceler, geceleri kovalar, sohbetler derinleşir..Ya duygular...
Bundan sonrasını anlatmak, seyredecekler için keyif kaçırıcı olabileceğinden, çok anlatmak istesem de kesmek zorundayım olanları.
Filmin bana çok iyi geldiğini söylemeliyim öncelikle.
Niye iyi geldiğini de düşündüm sonra.
Sevdiğim iki oyuncuyu seyretmek mi? Elbette..
Güzel çekimler, harika manzaralar? Tabii payı var..
İyi bir senaryo? Evet, hakkını yemeyelim..
Ama asıl, asıl... Benim hep özlemini duyduğum, böyle ilişki yaşayan insanlara, imrenerek baktığım ilişki biçimini görebilmek, hala var olabileceğini umut edebilmek..
Neymiş ki bu ilişki biçimi? 
Konuşmaya dayalı, saygıya dayalı, karşısındakinin hayatına saygılı ve güven verici bir ilişki..
Ama en önemlisi konuşabilmek.. Herşeyi konuşabilmek.. Yargılamadan, suçlamadan, anlayarak..
Günümüzde hızla tüketilen ilişkilerin tam tersi..
Dedim ya.. İyi geldi film bana..
Filmi izlerken,  zaman zaman yüzümde koca tebessüm olduğunu farkedip, kendime tebessüm ettim bu kez de..
Robert Redford ve Jane Fonda hep muhteşemdiler.. Hala da öyleler..
Ama ben, bu estetik işlemler, Botox, dolgu, ıvır zıvıra bu filmi seyrettikten sonra iyice tövbe 
ettim..İkisi de 80 lerini yaşıyorlar.. İkisinin de yüzü porselen gibi.. Ama gitmiş o güzelim yüzler, başka birşey gelmiş yerine, tarif edemeyeceğim.. Tamam incecikler, çok sağlıklı gözüküyorlar, helal olsun da.. Doğal yaşlanma, başka bir güzel olurdu sanki..

Diyeceğim; ruhunuza iyi gelen iki saat geçirmek istiyorsanız, bu film tam size göre...

"Bilmezler yalnız yaşamayanlar,
  Nasıl korku verir sessizlik insana,
  İnsan nasıl konuşur kendisiyle,
  Nasıl koşar aynalara,
  Bir cana hasret,
  Bilmezler..." Orhan Veli