28 Ekim 2018 Pazar

The Last Note ( Το τελευταιο σημειωμα) 2017





"Küçük İngiltere" ve " Gelinler" filmlerinden bildiğim ve iki filmine de hayran olduğum yönetmen Pantelis Voulgaris'in 2017 yapımı bu filmine rastladım geçenlerde. İçimde fazlaca seyretme arzusu uyandırsa da " yine mi Nazi filmi" diye düşünmeden edemedim..
Meğer ne kadar farklıymış...Meğer nasıl bir direniş öyküsüymüş bu yaşananlar..
Ve bu yaşında bile insan hala bazı şeyleri ilk kez duyabiliyormuş.
Bu filmi spoiler vermeden anlatabilmem çok zor..Ama yaşanan gerçekler üzerine kurgulanan  bir film olduğundan, çok da önemli değil diye düşünüyorum.
Bilindiği üzere Yunanistan, 1941 ile 1944 yılları arasında Alman işgali altında kalmıştır. Alman faşizmi tarafından en az 100 köy imha edilmiş, yaklaşık 30.000 kişi yaşamını yitirmiştir. Yunan topraklarında bulunan 26 kampta ise binlerce partizan öldürülmüştür.
Bu kamplardan bir tanesi de Haydari kampıdır. Burada kadın, erkek, genç yaşlı yüzlerce komünist yurtsever kalmış , Naziler tarafından çeşitli işkencelere maruz bırakılmışlar ve öldürülmüşlerdir.
Yönetmen Voulgaris, Haydari kampını,  Bursalı komünist Napoleon Soukatzidis'i filmin merkezine alarak anlatmakta..Soukatziadis, daha önce Metaksas diktatörlüğü tarafından tutuklanmış, Rusca, Almanca, Fransızca ve Türkçeyi ana dili gibi bilen, bu nedenle Haydari kampında tercümanlık görevi verilen genç bir adam. Yaptığı iş öyle zor ki, işkence yapılan tüm sorgularda dahi orada bulunarak tercümanlık yapması istenir. Çoğu kez, ölüm ona bu kadar yakın olmasına rağmen yoldaşlarının ve mücadelesinin lehine çevirmekten çekinmez bu sorguları.
Gözüpekliği, zekası ve soğukkanlılığı ile Alman komutanın bile dikkatini çeker, iradesi ve kararlılığı ile çoğu zaman komutanı şaşkınlığa uğratır.
Nisan 1944'de Yunan Halk Kurtuluş Örgütü (ELAS) üyeleri Alman ordusu komutanı ve üç Alman subayı pusuya düşürerek öldürünce , Alman makamları misilleme olarak öldürülen her subaya karşılık, Haydari kampında tutulan 200 siyasi tutuklunun infaz edilmesini emreder. Ölüm listesi Gestapo karargahında hazırlanır. İdam edileceklerin isim listesini kampın hoparlöründen Almancadan Yunancaya çevirerek okurken 200 kişinin arasından kendi ismini de okur Napoleon Soukatzis.
İdam günü 1 Mayıs 1944'dür...
En azından bundan sonrasını anlatmak istemiyorum...
Hem kendi gözlerinizle seyredebilesiniz diye...
Hem de...İnfazdan önceki gece ve infaz günü yaşananlar karşısında hissettiklerimi kelimeler dökebilmem çok zor.
Sadece söyleyebileceğim, bu 200 Yunanlının kendilerinden sonrakilere, bir yenilgi değil; müthiş bir direniş örneği göstererek tarihe özlü bir not bırakmış olduklarıdır.
Pantelis Voulgaris...Ben sana ne diyeyim.. Bu üçüncü filmdir, hayattan bir kesit, hem de acı bir kesit, nasıl şiirsel, nasıl yürekten anlatılır; bunu görüyorum..Müthişsin..
Oyuncular, çekimler hepsi ayrı ayrı kutlanası...
Ve bir dip not..Haydari kampı ile ilgili 1962 yılında Theomos Kornaros bir kitap yazmıştır. Ve dilimize Nevzat Hatko tarafından çevrilmiştir. Nevzat Hatko, Behice Boran'ın eşidir.

20 Ekim 2018 Cumartesi

Cria Cuervos ( Besle Kargayı) / 1976





Çocuklar.. Ailenin sessiz tanıkları..
Pek konuşmazlar, göstermezler duygularını ama, onlar herşeyi görür, herşeyi duyar ve hatta konuşulmayanları bile hissederler. Kimi zaman bir oyunun içinde, kimi zaman yaptıkları bir resimde, kimi zaman da anlattıkları rüyalarda dökülüverir tüm tanıklıkları...
Ana da çoğu şeye tanıklık etmiş bir çocuk.. Dışarda iç savaştan çıkmış bir İspanya, içerde de hala savaşın sürdüğü bir ev..
Önce annesi ölmüş Ana'nın... Kötü bir hastalıktan..Anne, son günlerini fiziksel acılarla, ve aslında tüm evliliğini ruhsal acılarla geçirmiş bir kadın..Evlenmeden önce iyi bir piyano sanatçısı iken, bir subayla evlenip kendini evine, eşine ve çocuklarına vakfetmiş. Ama eşinin sadakatsizlikleri, sevgisizliği ve ihmalkarlığı onu mutsuz bir kadın haline getirmiş.
Annesi öldükten bir süre sonra, Ana bir gece uykusundan uyanıp, babasının bir kadınla sevişmesine ve o sırada babasının ölümüne şahit oluyor.
Babasının ölümünden sonra da babanın vasiyeti üzerine, Ana ve iki kızkardeşine bakması için teyzeleri evlerine geliyor. Teyze, otoriter ve kuralları olan bir kadın. Eskiden beri evlerinde olan hizmetçi Rosa ise sevecen ve anaç yapısı ile teyzenin tam karşıtı.
Bir de evde büyükanne var. Konuşamıyor, yürüyemiyor, genellikle tekerli sandalyesinde oturarak duvardaki eski fotografları yüzünde acı dolu bir gülümseme ile seyrediyor.
Carlos Saura, kimi zaman bu hikayede şimdiyi gösteriyor bize, kimi zaman flashback'ler ile geçmişi..Kimi zaman Ana'nın gelecekteki hali geliyor karşımıza, kimi zaman da Ana'nın şimdiki zamanına, ölmüş annesinin hayali ekleniyor. Ama tüm bunları o kadar ustalıkla yapıyor ki biz resmin bütününü görebiliyoruz böylelikle..
Ve anlıyoruz ki Ana, babasının annesini aldatmalarına çok daha önceleri şahit olmuş ve daha o zamanlarda vazgeçmiş babasından ve anneye tutunmuş.Tam tersi olması beklenirken baba kız ilişkisinin; Ana kaçmış bu ilişkiden.
Annesinin ölümünden sonra ise babasından,  onun ölümünü isteyecek ve ona zehir sandığı bir tozu içerecek kadar nefret etmiş.
Filmin ilerleyen sahnelerinde Ana, teyzesinin despot ve sevgisiz tavırları karşısında onun ölümünü de istiyor ve o zehir sandığı toz yine devreye giriyor. Ve hatta
bir kez eline silah bile alıyor Ana, teyzesine doğrulttuğu..
Şaşırtıyor bizi Ana, ölüme bu kadar yakın duruşu ile ve birine karşı onu öldürmeyi isteyecek kadar oluşturabildiği nefreti ile.
Film boyunca o kadar çok ölüm görüyoruz, küçücük bir çocuğun ağzından o kadar çok ölüm lafı duyuyoruz ki .. Annesi, babası ölüyor. Tavşanı ölüyor. Teyzeyi öldürmek istiyor. Ve hatta büyük annesine soruyor ölmeyi isteyip istemediğini. Evet cevabı aldığında ise zehir sandığı tozu içirmeyi teklif ediyor.
İlginç olan tüm bu ölümlerde ve ölüm bahislerinde Ana'nın yüz ifadesinin değişmemesi, yüzüne herhangi bir duygunun en ufak bir mimiğinin ilişmemesi.
Üzüntüsünü görmediğimiz gibi çok güldüğünü de görmüyoruz Ana'nın film boyunca..Yalnız bir kez.. O da alaycı bir gülümseme.. Birgün kardeşleri ile teyzesinin kıyafetlerini giyip makyaj yaparak bir oyun oynuyorlar..Ana, annesi oluyor, abla babası, küçük kardeş ise hizmetçi Rosa... Hizmetçi yanlarında temizlik yaparken anne ve babalarının kavgasını oynuyorlar.. Kelime kelimesine hatırlarında tutmuşlar meğer.. Ve işte o an Ana'nın yüzündeki müstehzi gülümsemeyi görüyoruz.
Filmde dış mekan çekimi çok yok.. Yalnızca Ana'nın büyük annesini tekerli sandalyesi ile gezdirirken geçtiği mekanları ve evlerinin bahçesini görüyoruz. Bu yüzden dışardaki yaşama ait pek bir bilgiye sahip olamıyoruz.
Ama evde tek tük konuşulanlardan İspanyadaki iç savaşın yakınlarda bittiğini öğreniyoruz. Tarih bilgimiz de bize faşizan bir yönetimde olduklarını hatırlatıyor filmin geçtiği zamanda.
Aileler...Toplumun en küçük birimleri...Öylesine etkileşim içinde ki bulundukları toplumun hem yönetiliş biçimlerinden, hem kurallarından hem de ekonomisinden..
Tarihsel olarak bilmesek bile, Saura öyle çarpıcı biçimde vermiş ki bize ip uçlarını..
Filmde baba ve babanın tüm arkadaşları subay.. Ve istedikleri gibi yaşama, istedikleri kadınlarla birlikte olma hak ve özgürlüğüne sahip iken.. Kadınlar evlere kapanmış, çok söz söylemeye hakları olmayan, erkeklerin gölgesinde yaşayan, ihmal edilen, sevgi gösterilmeyen, mutsuz bireyler. Tüm faşizan toplumlarda olduğu gibi.
Bir taraftan da biliyoruz iç savaşta nasıl binlerce insanın öldüğünü, öldürüldüğünü..
Aileyi her yönüyle etkileyen bu olayların çocukları da etkileyebileceğine ve Anna'nın ölümü bu kadar içselleştirdiğine şaşırmamak lazım..
Anna'nın gelecekte hali ,çocukluğunda yaşadıklarını anlatırken  "Çocuksu cennete ve çocukların masumiyetine inanmıyorum. Çocukluğumu bitip tükenmeyen bir korku ve hüzün olarak hatırlıyorum. Belirsizliğin korkusu." diyor.. Ve sanıyorum,Ana'nın da film boyunca o kocaman gözleri ile verdiği duygu bu olsa gerek.
Ve o küçük Ana'yı müthiş oynayan Ana Torrent'e  kocaman bir alkış gerek..
Bir şey daha var yapmanın gerekli olduğu..
Bu yazının okunması bitince, filmde sık sık Ana'nın o küçük pikabına plağını koyarak dinlediği ve ne olduğunu bilemediğimiz düşüncelere daldığı ,onu belki de yaşadığı bu hayattan bambaşka hayal dünyasına götüren, o zamanların hayli meşhur " porque te vas" isimli şarkının dinlenmesi..Sizlere de bana olduğu gibi, geçmişin kokusunu getireceğini vaat ediyorum..
Bu filmi seyrettikten sonra, düşündüm dünyanın bütün çocuklarını..
Savaşların, açlıkların, acıların içinde yaşayan çocukları..
Tacize uğrayan çocukları..
Şiddet gören çocukları..
Çocukluğunu bitip tükenmeyen bir korku ve hüzün olarak hatırlayan tüm çocukları..
Bakışlarında hep o belirsizliğin korkusunu taşıyan çocukları..
Film biterken Ana'nın ablasının anlattığı düş, belki anlatabilir biz büyüklere onların küçücük yüreklerinden hiç atamadıkları o korkuyu..
"Birçok sokaktan geçtik.
  Sonra birden, bir kıra geldik.
  İlerde bir yerde,pis bir ev vardı.
  Terk edilmiş görünüyordu.
  Eve bir araba yanaştı.
  İki adam indi
  Biri dedi ki;
  "Av nasıldı?"
  Diğeri
  "Çok iyi bak ne getirdim sana" dedi.
  Beni arabadan çıkarıp evin içine soktular.
  Kirli bir mutfak, çok eski bir tava ve birkaç şey daha vardı.
  Sonra, beni odalardan birine aldılar ve içeri kilitlediler.
  Sonra, bana biraz yemek getirdiler.
  Ama ben, o eski tavada piştiğini düşündüğüm için yemedim.
  Bana telefon numaramı sordular.
  Beni öldürecekleri korkusu ile onlara söyledim.
  Aradılar, ama annem ve babam cevap vermedi.
  Beni arıyorlardı.
  Adam yarım saat sonra yine arayacaklarını söyledi.
  Eğer bu sefer de annemler cevap vermezse beni öldüreceğini söyledi.
  Çok korktum.
  Yarım saat sonra tekrar aradılar.
  Hala eve dönmemişlerdi.
  Bu yüzden, beni öldürmek zorunda olduklarını söylediler.
  Beni ağaçtan bir sütuna bağladılar.
  Ve şakağıma bir silah dayadılar.
  Tam ateş edeceklerken,
  Uyandım."

https://youtu.be/uWYTTQFyt74