26 Haziran 2015 Cuma

Goya's Ghosts (Goya'nın Hayaletleri) 2006

Dünya yüzünde dinler olmasaydı eğer, hayat nasıl olurdu acaba hiç düşündünüz mü? Daha az insan öldürülür, daha az acı çekilir, daha az savaş olur muydu acaba?...
Sadece bugün bile haberlerde din yüzünden öldürülen onlarca insanı duyunca, bu sorununun cevabını vermek çok zor olmasa gerek.
İnsanların zaaflarından, korkularından ve cahilliklerinden beslenen dinler ve din nedeniyle güç, otorite ve büyük maddi imkanlar elde etmiş din adamları insanlığın daha fazla acı ve korku çekmesine neden olmuştur.
Filmi seyrederken bunları düşünüp durdum işte..
Film aslında Goya ile alakalı gibi gözükse de Goya'nın bir biyografisi değil. Goya'nın gözünden o dönemi bize anlatıyor. İspanya'da zamanın en büyük kurumu olan Engisizyon mahkemelerini, Katolik olmayanların sistematik bir şekilde bulunup , yargılanıp, tutuklanmalarını, yapılan işkenceleri, rüzgar ne tarafa doğru eserse o tarafa dönen fırıldakları, sonra Fransızların İspanya'yı işgalini, özgürlük adı altında yapılan kıyımları, halkın kim başa geçerse ona tapınmasını, keser döner sap döner, gün gelir hesap döner lafını bize bir kez daha doğrulatarcasına kötülükleri ayağına dolanan insanları, kısaca günümüze gelene kadar yüzlercesini okuduğumuz, seyrettiğimiz ve hala da şahit olmaya devam ettiğimiz erk sahibi insanların yüzünü anlatıyor bu film.
Goya ise, dediğim gibi bu filmin gözleri..
Film, güzel...Ama Milos Forman'ın bir Guguk Kuşu, bir Amadeus'u değil..Belki kurgunun kimi yerlerde çok hızlanmasından, kimi yerlerde de yavaşlığından...Belki anlatılacak çok şeyin anlatılmaya çalışılmasından.. Belki de filmin İspanyolca değil de İngilizce olmasından..Bilmiyorum tam nedenini ama beni diğer filmleri kadar heyecanlandırmadı.. Javier Bardem ve Natalie Portman'ın şahane oyunculuklarına rağmen..Goya'yı oynayan Stellan Skarsgard'ın da hakkını vermek lazım..
Filmin final sahnesinin de beni benden aldığını söylemeden geçemeyeceğim..
 


24 Haziran 2015 Çarşamba

Woman in Gold 2015


Gustav Klimt, 1862-1918 yılları arasında yaşamış, Avusturyalı bir ressam. En ünlü tablolarından biri de Adale Bloch-Bauer'in portresi.
Film, ressamın tabloyu oluşturan altın varakları hazırlaması ve tabloya yerleştirmesi ile başlıyor. Karşısında da güzeller güzeli modeli Adele.
Adele, filmdeki kahramanımız Maria'nın çok sevdiği ve hayran olduğu yengesi. Maria ve ailesi, Viyana'da sanat, müzik ve şehrin kalburüstü kişileri ile çevrili bir hayat yaşarken Nazi işgali yaşanıyor. Maria ve kocası Amerika'ya kaçmak zorunda kalıyorlar.
Maria ve ailesinin bir sanat müzesi kıvamındaki evleri üst düzey Nazi subaylaı tarafından yağmalanıyor. Adale'nin tablosu da bu yağmadan nasibini alıyor, sonralarda bir sanat aşığının eline düşüp Belvedere'de bir müzede sergilenmeye başlıyor.
Maria, Los Angeles'da yaşarken, kızkardeşinin ölümü ile eline bazı belgeler geçiyor ve kaybettiklerini elde edebilmek için harekete geçiyor. Kendine yardımcı olması içinde arkadaşının oğlu yine Avusturyalı olan bir avukattan yardım istiyor.
Hikayenin bundan sonrası uluslararası bir hukuk mücadelesi..
Evet biliyorum belki Nazi işgali ile ilgili filmler çok ve birçoğu için bıktırıcı olmaya başladı. Ama benim ilgimi çekiyor savaşın gerisindeki yaşananları okumak, izlemek, bilmek.
Bu filmin ise şimdiye kadar seyrettiklerimden farklı bir tarzı var. Daha naif. Daha olağan. Daha esprili. Rahatsız etmiyor. Irkçı söylemlere girmiyor. Ajitasyon yapmıyor. Elbette yaşanılanların bir hüznü var. Özellikle geriye giden sahnelerde daha çok hissediliyor. Ama filmin belkemiğini bu oluşturmuyor.
Filmin özünde insan var. Adalet var. Adaletin evrenselliği var. 
Ben fimi sevdim. Maria'yı oynayan Helen Mirren çok başarılı. Ve filmin özellikle Viyana'da geçen sahneleri çok güzel.
Bir dipnot : Filmin bir iki yerinde Amerikalıların zekasına!  çok iyi göndermeler var. Yönetmen Londralı imiş. Ondan mıdır acaba :)