19 Mart 2018 Pazartesi

Annihilation ( Yok Oluş) / 2018






"Yorgundum
 Köklerimdeki uğultuyla ölümü beklemekten
 Yaz bitmişti
 Bir deprem sesi geliyordu
 Yaprağını savuran ağacın köklerinden
 Ben doğurdum seni
 İçimdeki kaynaktan, acı sudan
 Ben doğurdum seni, bir hayal için
 İkinci bahardan"  Birhan Keskin

Yazmakta belki de en zorlandığım film oldu Annihilation..Filmi seyretmemin üstünden iki gün geçmesine rağmen kafamda net oturtamadım bazı şeyleri. Ama sonra düşündüm ki bu filmi çoğu seyirci farklı okuyacak. Belki kimi kendi ruh haline göre, kimi deneyimlerine göre, kimi ise bilimin ışığında okuyacak.
Öyleyse kendi okumama geçelim.
Amerika Birleşik Devletlerinde bir deniz fenerine gökyüzünden bir ışık düşer ve ışık gide gide etrafa yayılır ve oradaki herşeyi değiştirmeye başlar. Parıltı adını verirler buna.
Üç yıllık bir süreçte takip edilir parıltı. Parıltının içine araştırma amacı ile gidenler geri dönmez. Onlarla iletişim kurulamaz. Parıltıdan tek geri dönen biolog Lena'nın kocası asker Kane'dir. Parıltıya girdikten bir yıl sonra döner Kane, döndüğünde çok konuşmayan, şaşkın bir haldedir, zaten döner dönmez hastalanır ve parıltının hemen yanına konuşlanmış askeri birlikte tedaviye alınır. Lena ise kocasına neler olduğunu anlamak için parıltıya girmek üzere hazırlanan, askeri birlikteki 4 kadına katılmak ister ve bu isteği onaylanır. Ekibin başında psikolog Dr Ventress vardır.
Ekip parıltıya girdiğinde, askeri birlikle iletişimleri kesilir ve zaman kavramları yok olur.
Parıltıda ilk dikkatlerini çeken, bitkilerin ve hayvanların mutasyona uğraması olur. Aynı kökten çıkan farklı çiçekler, insan şeklinde büyüyen bitkiler, boynuzları çiçek şeklinde olan geyikler ve değişime uğramış hayvanlar.
Parıltıda ilerledikçe hem kendilerindeki değişim başlayacak hem de yok oluşa doğru hızla sürükleneceklerdir.
Bundan sonrası ise spoiler olabileceğinden filmi anlatmak yerine bir iki küçük detay vermek istiyorum önemli bulduğum.
Ekip kadınları hakkında çok şey bilmesek de en azından hepsinin hayatında bir kaybı  ya da yarası olduğunu görüyoruz. Ekip başı psikolog kanser hastası. Bir diğeri uyuşturucu  bağımlısı. Biri kızını lösemiden kaybetmiş. Biri lezbiyen, Lena ise bir yıldır kocasının öldüğünü düşünerek yasını tutmuş ama kocası geri dönmesine rağmen yoğun bakımda hayat savaşı veriyor. Filme ara ara serpiştirilmiş geri dönüşlerden Lena'nın kocasını aldattığını ve bunun pişmanlığını yaşadığını anlıyoruz.
Demiştim ki çoğu seyirci bu filmi farklı okuyacaktır.
Ve çoğunluğun okuması, sanırım gen mutasyonu ve yeni bir türün var oluşu şeklinde olacaktır. Ben de zaman zaman bu çizgiye kaymadım değil.
Lena'nın Kane ile otururken okuduğu  " The immortal life of Henrietta Lacks" kitabı,
Lena'nın kocası ile konuşurken yaşlanmanın bir hücre defekti olduğundan söz etmesi,
kanserli hücrelerin bölünmesi ile ilgili öğrencilerine anlattığı ders, psikolog Dr Ventress'in insanların kendini yok etme dürtüsü gibi ayrıntılar, özellikle filmin finali beni     bu çizgiye yaklaştırdı.
Kitaptan söz edecek olursam, 1950 lerde rahim ağzı kanseri olan Henrietta Lacks, hastanede yatarken, kendisinden izinsiz doku örneği alınır. Bu hücrelere hastanın adını gizlemek için HeLa adı verilir. Bu hücreler, insan vücudu dışında ölmeden çoğalmayı başarır ve bu sayede birçok hastalığın tanı ve tedavisinin  önünü açar.
Tüm bu detaylara rağmen, ben bu filmi, depresyon süreci, insanın kendisi ile yüzleşmesinin sancıları, bu sancıları yaşayan kimisinin ölmeyi seçmesi, yüzleşmeyi başaranların ise karanlıktan çıkışı ve yeniden var oluşu olarak okudum.
Ekipteki tüm kadınların kayıpları, kırgınlıkları, pişmanlıkları, suçluluk duyguları ve hepsinin ilk bakıştaki duygusal küntlüğü böyle düşünmeye itti beni filmin başında. Zaman kavramının kaybı, çevredeki görüntülerin halüsinasyonlara benzerliği, duygusal değişkenlik ve hatta öfke nöbetleri, hayatta kalmaya karşı dirençsizlik hatta birinde gördüğümüz ölüme sakince, gönüllü gidiş.
Hele hele filmin finali..Kendi kopyası olan kişi, aslında yüzleşmekten korktuğu, kendi içinden çıkardıkları. Aynadaki aksi gibi. Aynı hareketleri yapan, ama yenişemediği kısmı. Yenişirse galip gelecek, karanlık depresyonundan kurtulacak. Ve bu yüzleşme ve savaş deniz feneri içinde oluyor...Karanlıkları aydınlatan deniz feneri.
Ama yine de filmi neresinden okursam okuyayım, her okumada oturmayan, anlamlandıramadıklarım oldu. Mantık hataları buldum bir çok..
Film bir romandan çevrilmiş. Filmin yönetmenliğini yapan Alex Garland romanın da yazarı. Sanıyorum, filme çekilen çoğu kitabın başına gelmiş bir durum var burada da. Belki romanı okumak filmi daha iyi anlamayı sağlayabilir.
Alex Garland 2014 yılı yapımı, Ex Machina'nın da hem yazarı hem yönetmeni.
Kesin olan birşey var ise bana göre, Ex Machina'nın yanından geçememiş Annihilation.
Ama yine de seyredilir mi? Bence evet...Çünkü düşündürüyor..
Ve Natalie Portman her zamanki gibi çok iyi.

2 Mart 2018 Cuma

The Shape of Water ( Suyun Sesi) 2017




"Su, aşk gibidir.."

Çocukluğumuzun masalları.. Kah kitaplardan okuduğumuz, kah bize anlatılanlar.. Düşündüğümde görüyorum ki, çoğunlukla bir öteki var bu masallarda..Hor görülen, mutsuz edilen, sevilmeyen bir öteki. Kibritçi kız, Pamuk prenses, Külkedisi aklıma gelenler. Bu masal kahramanları hep iyi tarafta, ötekileştirenlerse hep kötü. Masalların sonu ise iyilerin zaferi ile sonuçlanır, biz de mutluluk içinde gözlerimiz kapar, çocukluk düşlerimize bırakırdık kendimizi.
Bu film de bir masal.. Ötekilerin masalı...Ötekilerin aşkı..
Çocukluğunda bir nehir kıyısına bırakılmış, bir sinema salonunun üst katında yaşayan ve gizli bir bilim laboratuarında temizlikçi olarak çalışan dilsiz Eliza, komşusu gay ressam Giles, iş arkadası siyahi Zelda ve Rus ajanı bilim adamı Dr Hoffstetler.
Dönem, 1960 lar, soğuk savaşın geçtiği yıllar. Bir gün laboratuara Strickland tarafından nehirde yakalanmış, ancak suda yaşayabilen insanımsı bir yaratık getirilir. Hem Amerika'nın hem de Rusya'nın elde etmek istediği bu yaratık ile Eliza ilişki kurmaya başlar. Yaratığın öldürülme emri verilmesi ile Eliza onu kurtarmaya karar verir ve ona üç kişi yardım eder. Giles, Zelda ve Dr Hoffstetler...
Bundan sonrası ise masalın büyülü dünyası ve kalplerimizde mutluluk bırakacak bir son..
Masallarda önemli değildir gerçeklik.. Bu filmde gerçeklikten bizi hayli uzaklaştıracak, masalsı öğeler varsa da, bir tarafta da gerçek dünya var, zaman zaman seyretmekte zorlandığımız...
Ötekileştirilenlerin dünyası var mesela.. Hele o yıllarda..Onların dışlanışı..Kendini bu dünyanın asıl sahibi sananlar tarafından. Hani soruyor ya Strickland Zelda'ya " Tanrı kime benzer" diye. Zelda'nın " Bilmiyorum, Tanrıyı hiç görmedim" cevabı üzerine Strickland " Birimize benzeyecekse eğer, sana değil, daha çok bana benziyordur" der tüm fütursuzluğu ile.
Ötekiler, birbirlerinin ötekiliğini kolay kabullenir, kendisinin ötekiliği ile daha rahat ve iyi hisseder, onunla birlikte olduğunda. Ve hatta onu korur, kollar dışardakilere karşı.
Tıpkı,Zelda'nın işyerinde Eliza'yı koruması, Elizanın ise Gile'e yemekler götürerek ona ihtimam göstermesi gibi..
Tıpkı, en öteki olan, insanımsı yaratığın laboratuara getirilmesinden sonra, onun kaçırılma aşamasında birleşen tüm ötekiler gibi..
Filmin senaryosunu çok kuvvetli bulmasam da, sinematografiye bayıldım. Hele renkler...Sanki daha önce sular altında kalmış da yosun tutmuş gibi görünen Eliza'nın evinin renkleri, giysilerinin renkleri , suyu çağrıştıran yeşilin tonları..
Acaba bu kız da sudan mı geldi diye sorgulamadım değil. Nehir kenarında bulunan bir bebek, her sabah küvetin içinde yapılan mastürbasyon, boynundaki değişik izler, bol suda kaynatılan yumurtalar...
O yumurta başlıbaşına bir metafor zaten. Eliza'nın insanımsı canavarı sürekli yumurta ile beslemesi, bir tür aşka ve cinselliğe daveti olarak algılanabilir mi bugüne kadar cinsellik yaşamamış ve ürememiş Eliza'nın?
Final sahnesinde, sorgulamalarımda çok da haksız olmadığımı gördüm, sudan gelen yaşam ile ilgili.
Guillermo del Torro masalsı anlatımı seviyor ve bu filmi ile de bunu oldukça başarmış.
Ancak, film bana çoğu sahnede ben bunu daha önce gördüm hissi yaşattı. Özellikle çocukluk yıllarıma ait. Laboratuarı bile daha önce görmüşlüğüm var sanki.
Benzer çok film çekildiği için mi, su aralar suçladıkları üzere eski filmlerden intihal yaptığı için mi bilmiyorum ama, dejavu hissi beni kötü hissettirmedi.
El Torro, eski sinemacılara da sıkı bir selam çakmış. Filmdeki sinemanın adı Orpheum idi. Merak edip bakınca şunu gördüm ki 1929'da kurulan film şirketinin adı Radio Keith Orpheum Corporation. Sıkı durun.. En meşhur filmlerinden biri ise King Kong..Bir öteki...

" Sana ondan bahsedecek olsam ne anlatırdım?
  Sonsuza kadar mutlu yaşadıklarını mı? Öyle olduklarına inanıyorum..
  Aşık olduklarını mı, aşklarını hiç yitirmediklerini mi? Buna eminim..
  Ancak Elisayı düşündüğümde aklıma gelen tek şey yüzyıllar önce bir aşık tarafından fısıldanan şu şiir oluyor:
 Algılayabilmem mümkün değil suretini
 Dört bir yanım seninle çevrili
 Varlığın doldurur gözlerimi aşkınla
 Yüreğim aciz kalır sonsuzluğunla.."