SIDEWAYS (2004)
Yönetmen:Alexander Payne
"Her zaman sarhoş olmalı
Her şey bunda; tek sorun bu.
Omuzlarınızı ezen, sizi toprağa doğru çeken zamanın korkunç ağırlığını duymamak için durmamacasına, sarhoş olmalısınız.
Ama neyle?
Şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz.
Ama sarhoş olun..." Charles Baudelaire / Paris Sıkıntısı
Alıp başını uzaklara gitme isteği, hiç bu kadar derinden hissedilmemişti herhalde, bu günlerdeki gibi... İstemek ama sadece pencerelerimizden, ve ancak penceremizin olanak verdiği kadar uzağa bakabilmek hiç bu kadar mutsuz etmemişti hiçbirimizi.
Yollarda geçen bir film aradım kendime bu yüzden. Ve karşıma bu film çıktı. İyi ki...
Miles ve Jack üniversite yıllarından iki arkadaş. Miles, iki yıl önce boşanmış ama hala boşanmanın sancılarını atamamış, hayata hep kötümser tarafından bakan, depresif bir adam. Jack ise tam tersi, günlük yaşayan, günlük ilişkileri seven, dışa dönük bir yapıda...
Jack'in bir hafta sonra düğünü olduğu için, Miles bekarlığa veda olarak bir haftalığına Kaliforniya şarap bağlarına bir gezi düzenliyor. Amacı birlikte bağları gezmek, güzel şaraplar tatmak ve golf oynamaktır. Ancak Jack'in bu süreyi, evlilikten önce kadınlarla ne yapsam yanıma kardır diye değerlendirmek istemesi, geziyi daha farklı maceralara taşır.
Müthiş manzaralar eşliğinde şarap bağları, şarap tadımları, ilişkiler, arkadaşlıklar, insan hallerine dair diyaloglar ve küçücük detaylar ile film başından sonuna insanı sarıp sarmalıyor, keyifle izlettiriyor. Zaman zaman kahkaha attırıyor, zaman zaman hüzünlendiriyor.
Hiç abartıya kaçmadan, o bir haftasını seyrediyoruz iki arkadaşın. Ne öncesi var ne de sonrası. Sadece o bir haftalık bir yaşam kesiti.
Yönetmen Alexander Payne çok iyi iş çıkarmış. Keza oyuncular Paul Giamatti ve Thomas Haden Church de öyle..
Daha çok, dialoglar ile giden bir film olduğu için, keyif kaçırıcı olmaması adına filmden daha da söz etmek yerine Maya'nın şarap hakkındaki sözleri ile yazımı noktalamak en güzeli.
"Şarap içtikçe, bana düşündürdüğü şeyler hoşuma gitmeye başladı. Şarabı düşünmeyi severim. Nasıl canlı bir şey olduğunu... Üzümlerin yetiştiği yıl olanları düşünmeyi severim. Güneşin nasıl parladığını... Yağmur yağıp yağmadığını... Üzümleri yetiştirip toplayan insanları düşünmeyi severim. Eğer yıllanmış bir şarapsa, kaçının ölmüş olduğunu... Şarabın sürekli gelişmesini severim. Bugün açtığım şişenin, başka bir gün açsaydım nasıl farklı olacağını... Çünkü bir şişe şarap canlı bir şeydir. Sürekli gelişir ve karmaşıklaşır. Tepe noktaya ulaşana kadar. Ama sonra yavaşca bozulmaya başlar."
Bugünlerin karamsarlığından uzaklaşmak istiyorsanız, alın yanınıza sevdiğiniz bir şarabı, bu filmi seyredin derim ben.
Sinema sanatını çok seviyorum. Okumayı çok seviyorum.Yazmayı en çok seviyorum. Bir filmi izledikten, bir romanı okuduktan sonra düşüncelerim kelimelere dökülüyor. Ve ben o filmi , o romanı hep hatırlıyorum kendi kelimelerimle. Bir sanatı yorumlamak beni de o sanatın içine dahil ediyor ve bundan büyük keyif alıyorum. Bunu geç farkettim..Ama iyi ki farkettim....
26 Nisan 2020 Pazar
İşe Yarar Bir Şey /2017
"Nedir dil?
Bir trendir ki
Aynı zamanda yol, yolculuk ve varıştır." Adonis
Ahmet Haşim, Gurebahane-i Laklakan (Leylekler Bakımevi) isimli eserinde Fransa'daki Mavi trenden bahsederken şöyle anlatır. "Paris'ten Deauville sahillerine giden Mavi tren sırf pratik bir endişeden dolayıdır ki mavi renge boyanmıştır. Mavi tren, Deauville'den gelirken, zannedilir ki, birlikte mavi deniz ve mavi gökyüzü parçalarını da Paris'in karanlıklarına getiriyor ve Mavi tren için Paris'ten bilet alan bir adam, zanneder ki mavi bulutlardan yapılmış bir nakil vasıtasına binerek mavi gökyüzü ve mavi deniz iklimlerine gidiliyor."
Gençliğimin Mavi treni ise, beni Ankara'dan Haydarpaşa'ya, oradan da Karaköy vapurunun martılarına , upuzun geçen bir gecenin sabahında, derince içime çektiğim iyotla karışık yosun kokusuna kavuşturan büyülü bir araçtı.
Çok severdim o aheste yolculuğu. Durduğu her durakta, burnumu buğulu camlara yaslayarak duraklardaki insanlara, gözümün görebildiği evlere bakarak onların hayatlarını hayal etmeyi, burada yaşasaydım eğer hayatım nasıl olurdu acaba diye düşünmeyi severdim. Hayatın daha ağır aktığını hissettiğim trende, camdaki yansımama bakarak ben de düşüncelerimi yavaşlatır, kimi zaman sonuna kadar yanan kaloriferin rehaveti ile uykuya dalar, çoğu zaman da orada geçen zamanları daha da uzatabilmek için yemekli vagona giderdim. En sevdiğim şey o restorana ulaşmak için verilen mücadeleydi, sağa sola yalpalayarak, vagonlar arasındaki kapıları açıp kapatarak restorana ulaşır ve şanslı isem boş bir masaya otururdum. Boş olmasa da ne gam.. Elbet bir kişilik boş bir yer olurdu, sizi hiç yabancılamayanların arasında. Kimi usul usul rakısını içerdi mezesiyle beraber, kimi eni konu yemeğini yerdi. Öğrenciler genellikle bira içerlerdi, şen şakrak sohbetlerine eşlik ederek...
Sonra mavi trenleri kaldırdılar bu hattan, yerine hızlı trenler geldi. Unutuldu gittiler..
Meğer hiç unutmamışım. Bu filmi seyretmem ile beynimin en derinlerinden çıkıverdiler. En küçük detaylar bile orada saklı duruyormuş sadece, hatırlanmayı bekler gibi.
Film, Leyla'nın İzmirdeki okul arkadaşları ile 25 yıl aradan sonra bir araya gelmek için çıktığı tren yolculuğu ile başlar. Canan ile bu yolculukta tanışır. Aslında birbirinden tamamen farklı iki kişi olan, hayatlarının hiçbir kesişim noktası olmayan şair Leyla ile hemşire Canan yolculuklarının sonunda belki hayatları boyunca unutamayacakları bir durumu birlikte üstleneceklerdir.
Yavuz, boynundan aşağısı felçli, tüm hayatı, Kordon'da denize bakan bir evin penceresinden denizi, oradan geçen insanları seyretmek ve komşusu Çellocu kızı dinlemek olan, hayatını sonlandırmak isteyen ama bunu kendi kendine yapamadığı için yardım isteyen bir adamdır.
Leyla, tüm yolculuk ve sonrasında gözlemcidir aslında. İnsanları, evleri, renkleri gözlemler. Durumları gözlemler. Kendi hakkında dediği gibi, ileri bakmaz, sağına, soluna bakmayı tercih eder. Canan ise kafası karışık, hayat acemisi, hayallerini oldurmak için yapmak zorunda kaldığı görev omuzlarına ağır gelmiş, trenin penceresinin camına bir kez bile bakıp saçını düzeltmemiş bir genç kadındır.
Ve ikisi, yolculuğun sonunda, kendilerini Yavuz'un tüm hayatını geçirdiği yatağının karşısında bulurlar.
Filmin sonu seyirciye bırakılmış. Zaten önemli olan, cevabın ölüm ya da yaşam olması değil bana göre. Yaşamın detayları. O sarı çiçeğin bir daha görülüp görülmeyeceği. Karganın bizim yanımıza gelip gelmeyeceği. Ya da tren arızalandığında trenin yanında beklemenin güvenliği mi, yoksa gecenin karanlığında ve ayazında koşa koşa gidilen kahvedeki sıcak çayın güzelliği mi? Seçim size kalmış.
Pelin Esmer ve Barış Bıçakcı şiir gibi bir film yapmışlar. Pelin Esmer bir röportajında şöyle demiş zaten "Şiirin başıbozuk haline, yan yana gelmez kelimeleri yan yana getirme özgürlüğüne, anlamasan da olur, sen hissettiğine bak tavrına özenip bu filme kalkıştım biraz da. Şiir yazamıyorum, bari filmi şiire benzetelim dedim." Benzemiş de...
Görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki ise her zamanki gibi olağanüstü iş çıkarmış.
Leyla'yı oynayan Başak Köklükaya bu rolü oynamasaydı başka kim daha iyi oynardı, sanırım kimse.. O kadar iyi yakışmış rolüne ve o kadar iyi can vermiş Leyla'ya.
Yiğit Özşener ve Öykü Karayel de rollerini hakkını fazlası ile veriyorlar.
Ne denir başka, böyle güzel bir filmden sonra. Ancak Barış Bıçakçı'nın bu film için yazdığı dizelerle noktalanır bu yazı.
"Yaşamak çukur yerlere doluyor diyorlar
Bu yüzden yıkıntıya dönüşse de yaşıyormuş insan
Ama hep yıkıldığımız yeter sevgilim
Biraz da kekik toplayalım"
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)