26 Nisan 2020 Pazar

İşe Yarar Bir Şey /2017



IŞE YARAR BİR ŞEY (2017)

"Nedir dil?
Bir trendir ki
Aynı zamanda yol, yolculuk ve varıştır." Adonis

Ahmet Haşim, Gurebahane-i Laklakan (Leylekler Bakımevi) isimli eserinde Fransa'daki Mavi trenden bahsederken şöyle anlatır. "Paris'ten Deauville sahillerine giden Mavi tren sırf pratik bir endişeden dolayıdır ki mavi renge boyanmıştır. Mavi tren, Deauville'den gelirken, zannedilir ki, birlikte mavi deniz ve mavi gökyüzü parçalarını da Paris'in karanlıklarına getiriyor ve Mavi tren için Paris'ten bilet alan bir adam, zanneder ki mavi bulutlardan yapılmış bir nakil vasıtasına binerek mavi gökyüzü ve mavi deniz iklimlerine gidiliyor."
Gençliğimin Mavi treni ise, beni Ankara'dan Haydarpaşa'ya, oradan da Karaköy vapurunun martılarına , upuzun geçen bir gecenin sabahında, derince içime çektiğim iyotla karışık yosun kokusuna kavuşturan büyülü bir araçtı.
Çok severdim o aheste yolculuğu. Durduğu her durakta, burnumu buğulu camlara yaslayarak duraklardaki insanlara, gözümün görebildiği evlere bakarak onların hayatlarını hayal etmeyi, burada yaşasaydım eğer hayatım nasıl olurdu acaba diye düşünmeyi severdim. Hayatın daha ağır aktığını hissettiğim trende, camdaki yansımama bakarak ben de düşüncelerimi yavaşlatır, kimi zaman sonuna kadar yanan kaloriferin rehaveti ile uykuya dalar, çoğu zaman da orada geçen zamanları daha da uzatabilmek için yemekli vagona giderdim. En sevdiğim şey o restorana ulaşmak için verilen mücadeleydi, sağa sola yalpalayarak, vagonlar arasındaki kapıları açıp kapatarak restorana ulaşır ve şanslı isem boş bir masaya otururdum. Boş olmasa da ne gam.. Elbet bir kişilik boş bir yer olurdu, sizi hiç yabancılamayanların arasında. Kimi usul usul rakısını içerdi mezesiyle beraber, kimi eni konu yemeğini yerdi. Öğrenciler genellikle bira içerlerdi, şen şakrak sohbetlerine eşlik ederek...
Sonra mavi trenleri kaldırdılar bu hattan, yerine hızlı trenler geldi. Unutuldu gittiler..
Meğer hiç unutmamışım. Bu filmi seyretmem ile beynimin en derinlerinden çıkıverdiler. En küçük detaylar bile orada saklı duruyormuş sadece, hatırlanmayı bekler gibi.
Film, Leyla'nın İzmirdeki okul arkadaşları ile 25 yıl aradan sonra bir araya gelmek için çıktığı tren yolculuğu ile başlar. Canan ile bu yolculukta tanışır. Aslında birbirinden tamamen farklı iki kişi olan, hayatlarının hiçbir kesişim noktası olmayan şair Leyla ile hemşire Canan yolculuklarının sonunda belki hayatları boyunca unutamayacakları bir durumu birlikte üstleneceklerdir.
Yavuz, boynundan aşağısı felçli, tüm hayatı, Kordon'da denize bakan bir evin penceresinden denizi, oradan geçen insanları seyretmek ve komşusu Çellocu kızı dinlemek olan, hayatını sonlandırmak isteyen ama bunu kendi kendine yapamadığı için yardım isteyen bir adamdır.
Leyla, tüm yolculuk ve sonrasında gözlemcidir aslında. İnsanları, evleri, renkleri gözlemler. Durumları gözlemler. Kendi hakkında dediği gibi, ileri bakmaz, sağına, soluna bakmayı tercih eder. Canan ise kafası karışık, hayat acemisi, hayallerini oldurmak için yapmak zorunda kaldığı görev omuzlarına ağır gelmiş, trenin penceresinin camına bir kez bile bakıp saçını düzeltmemiş bir genç kadındır.
Ve ikisi, yolculuğun sonunda, kendilerini Yavuz'un tüm hayatını geçirdiği yatağının karşısında bulurlar.
Filmin sonu seyirciye bırakılmış. Zaten önemli olan, cevabın ölüm ya da yaşam olması değil bana göre. Yaşamın detayları. O sarı çiçeğin bir daha görülüp görülmeyeceği. Karganın bizim yanımıza gelip gelmeyeceği. Ya da tren arızalandığında trenin yanında beklemenin güvenliği mi, yoksa gecenin karanlığında ve ayazında koşa koşa gidilen kahvedeki sıcak çayın güzelliği mi? Seçim size kalmış.
Pelin Esmer ve Barış Bıçakcı şiir gibi bir film yapmışlar. Pelin Esmer bir röportajında şöyle demiş zaten "Şiirin başıbozuk haline, yan yana gelmez kelimeleri yan yana getirme özgürlüğüne, anlamasan da olur, sen hissettiğine bak tavrına özenip bu filme kalkıştım biraz da. Şiir yazamıyorum, bari filmi şiire benzetelim dedim." Benzemiş de...
Görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki ise her zamanki gibi olağanüstü iş çıkarmış.
Leyla'yı oynayan Başak Köklükaya bu rolü oynamasaydı başka kim daha iyi oynardı, sanırım kimse.. O kadar iyi yakışmış rolüne ve o kadar iyi can vermiş Leyla'ya.
Yiğit Özşener ve Öykü Karayel de rollerini hakkını fazlası ile veriyorlar.
Ne denir başka, böyle güzel bir filmden sonra. Ancak Barış Bıçakçı'nın bu film için yazdığı dizelerle noktalanır bu yazı.
"Yaşamak çukur yerlere doluyor diyorlar
Bu yüzden yıkıntıya dönüşse de yaşıyormuş insan
Ama hep yıkıldığımız yeter sevgilim
Biraz da kekik toplayalım"

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder