Sinema sanatını çok seviyorum. Okumayı çok seviyorum.Yazmayı en çok seviyorum.
Bir filmi izledikten, bir romanı okuduktan sonra düşüncelerim kelimelere dökülüyor. Ve ben o filmi , o romanı hep hatırlıyorum kendi kelimelerimle.
Bir sanatı yorumlamak beni de o sanatın içine dahil ediyor ve bundan büyük keyif alıyorum.
Bunu geç farkettim..Ama iyi ki farkettim....
Ada/Victoria Hislop Girit adası...Plaka köyünde, kıyının hemen
yakınında küçüçük bir ada..Spinalonga adası...burası aslında bir Cüzzam
kolonisi.Yunanistan'daki tüm cüzzamlı hastaların toplandığı bir ada. Victoria Hislop bu adanın romanını yazmış. Ben 2 yıl önce Yunan televizyonunda yayınlanan dizisi ile tanıştım bu hikayenin. Dizi çok etkileyici idi. Ve sonra romanını buldum... Tavsiye ederim... Diziyi seyretmek isteyenler olursa Youtube'da tüm bölümleri
var..İngilizce alt yazı ile..'' το νησι '' ile ararsanız bulursunuz.. Müzikleri de muhteşemdi.
''Blue Jasmine'' Öncelikle söylemeliyim ki son yıllarda izlediğim Woody Allen
filmlerinden ''Vicky Christina Barcelona '' ve '' Midnight in Paris''
kadar zevk almadım. çoğu kişinin beğenmediği '' to Rome with Love'' filmini bile daha çok sevmiştim. Belki ben Avrupa'yı kendime daha yakın buluyorum Amerika'ya göre.. Belki
Amerika'nın buhranlı insanlarına tercih ediyorum Avrupa'nın daha
duyguları ile hareket eden, hayattan, yemekten, içmekten kam almasını
bilen insanlarını. Ya da Woody yaşlandıkça, kendini aslında
yaşadığı yerde değil de Avrupa'da daha iyi hissediyor, daha kendi gibi
hissediyor....bilinmez... Film tipik bir Woody filmi aslında...Benim çok bıktığım sorunlu insanları yine sahnede. Ama Cate Blanchett döktürüyor. sırf onun oyunculuğu için seyredilesi. Oskar'ı alırsa hiç şaşırmam..... Alec Baldwin vasatın altında. Sally Hawkins'in oyunculuğunu da çok beğendim.
Sıkı bir senaryo....Çok şey düşündürüyor, sorgulatıyor....Ama sinema eğer bir görsel
sanatsa, sadece senaryoyu okusak da olurmuş. Bence filme yönetmen
birşey katmamış görsel olarak...Tek bayıldığım, filmde sadece sesini
duyduğumuz Scarlett Johansson'un o muhteşem, etkileyici sesi. Filmin bana düşündürdükleri ise pek parlak değil gelecek yıllarımız
hakkında. 5 yıl sonra mı, 10 yıl sonra mı olur bilemiyorum ama birgün
mutlaka olacak bu filmde anlatılanlar. Bir taraftan insanların
eskiye, eskiden yaptıklarına özlemi ve bu amaçla kurulmuş eski tip
mektupların yazıldığı bir şirket. Düşünsenize... eşinize, sevgilinize,
annenize eskisi gibi bir mektup göndermek istiyorsunuz ama bunu bile
yapamayıp, şirketin yazarlarına hayatınızın tüm detaylarını verip sizin
kaleminizden yazılmış gibi bir mektup yazdırıyorsunuz. Olmaz mı?...olur.... Artık kelimeleri bile kısaltarak yazıyoruz, iki satır şey yazmaya
üşenip, tüm düşüncelerimizi, beğenilerimizi bir ''like'' a
yüklüyoruz...telefon açıp konuşmak yerine bir mesaj yazmayı tercih
ediyoruz. Zaten ne demişler..'' yaptıklarım, yapacaklarımın teminatıdır''....o yüzden olur...bu da olur. Bir mektup yazarı...çok duygulu..aman ne romantik mektuplar yazıyor herkesin bayıldığı... Ama kendi ilişkilerini yürütemiyor, bir işletim sistemi, yapay bir zeka ile ilşkiye girip, ona aşık oluyor... Tuhaf mı?...Evet çok..Ama olasılık dahilinde mi yakın gelecekte?..Bence evet... İstemez misiniz?...Hep sizinle ilgilenen, gece gündüz yanınızda olan,
sizinle konuşmaya hep hazır, sizi dinleyen , güldüren, dünya deniz bilgi
hazinesine sahip birine sahip olmak? Ama işin içine aşk girince.....İnsanoğlu yine insanoğlu ise eğer.... Yokmuş aslında değişen birşey. Dediğim gibi bu film hakkında sayfalar yazılabilir, yüzlerce şey tartışılabilir.. Ama benim için sonuç....Ben istemiyorum bu teknoloji daha da gelişsin...Eğer böyle olacaksa.
Ben sevdim bu filmi...Nasıl sevmem ki? Çünkü Mary Poppins çocukluğumun belki de en çarpıcı karakterlerinden
biriydi...Kitabını okumuştum önce..Defa defa...Siyah şemsiyesi ile
uçması, vitrinlerin önünden geçerken hayranlıkla kendini süzmesi, içinden neler neler çıkan çantası, sütlü çayı sevmesi... Film, Mary Poppins'in yazarı Travers ile Walt Disney'in hikayeyi filme adapte etme sürecini anlatıyor.. Bu süreçte yazarın Mary Poppins karakterini kimden etkilenerek yarattığını ve Mr Banks'in kim olduğunu görüyoruz.. Travers'ın çocukluğuna yapılan flashback'lerdeki fotografsal çekimler olağanüstüydü... Ve aslında çocukluğumuzun bizim hayatımızı nasıl inşa ettiğini, her
detayın bizim bilinçaltımızı nasıl doldurduğunu ve affetmenin nasıl da
önemli olduğunu bir kez daha bize hatırlatıyor film.. Mary Poppins size birşey ifade etmiyorsa bu filmi muhtemelen sevmeyeceksiniz... Ama dedim ya ben sevdim.. Emma Thompson çok iyiydi...Bence Oscar'a aday gösterilmemesi yazık olmuş.
''American Hustle'' Tam bir hayal kırıklığı...Kötü bir Martin Scorsese kopyası...
Christan Bale çok iyi...adamın hamurunda oyunculuk var..six pack'leri
olan Batman, nasıl olmuş da göbekli bambaşka bir adama
dönüşmüş...inanılır gibi değil... Bradley Cooper'ı ben ''Silver Linings Playbook'' da daha çok sevmiştim...
Jennifer Lawrence epey başarılı...''The Hunger Games'' deki vahşi kız,
mental düzeyi yerlerde, gırtlaklanası bir ev kadınına dönüşmüş..bu da
oyuncunun gücü olsa gerek.. Amy Adams çok güzel....70 lerin kadın imajı iyi durmuş onda.. ama malesef oyuncuların gücü de filmi kurtarmaya yetmiyor..ağır aksak ilerleyen bir dolandırıcılık öyküsü işte... Heyecanlanmadım, şaşırmadım, bir duygu oluşturmadı bende..ve hatta epeyce sıkıldım izlerken.. Belki de biz aylardır bunların çok daha karmaşıklarını, daha hızlı çekim izlediğimizdendir... Kimbilir :)
2009 da bir Amerikan kargo gemisinin Somalili korsanlar tarafından kaçırılmasının anlatıldığı gerçek bir hikaye. sürükleyici..sonuna kadar sıkılmadan seyrettim, hatta sonucu bilmeme rağmen heyecanlandım. Amma
velakin....Saçmalıklar silsilesi yok mu? Var...Amerikanın '' en büyük
biziz '' propagandası yok mu? var..Hem de fazlasıyla var... Yine
de...Tom Hanks için izlenilesi...Özellikle son 15 dakikada
döktürüyor...Küçücük bir filikanın içinde geçirdiği o yaşam savaşını
içinizde hissediyorsunuz. Somalili korsanları oynayan aktörlerin ismini cismini bilmem..ama müthiş oynuyorlar. Ve izlerken bir taraftan da o Somalilileri tutuyorsunuz içinizden..onlara birşey olmasın istiyorsunuz. Çünkü...Vaktiyle balıkçılık yaparken, korsanlık yapmaktan başka
seçenenekleri kalmamış, yedikleri sadece ot olup kakit korsanlardan
içlerinden birinin dediği gibi..''Amerika tüm büyük balıkları tuttu,
bize hiçbirşey kalmadı''...
Ankara Devlet Tiyatroları/Oda Tiyatrosu ''Nehir '' Önce Amalia Rodrigues'in ''meu amor neu amor'' şarkısını açtım bir bardak şarap eşliğinde... Ve yazmaya başladım oyunun bana düşündürdüklerini...Sanıyorum ve eminim ki artık, eğer bir oyun, bir film, bir konser, bir roman beni düşüncelere gark ediyorsa ''o'' benim için iyi...ben o zaman seviyorum ''o'' nu.. 12 Eylül...DAL'da işkence görmüş bir kadın..ve onun evine kiracı arkadaş olarak gelen bir gizemli kadın.. 12 Eylül'ün ve faşist bir yönetimin bireyler üzerindeki etkileri. Buna rağmen hayata tutunma çabaları.. Belki bilindik bir öykü..Defa defa okuduğumuz, seyrettiğimiz.
Ama her seyredişimde defa defa kahrolmam..Ve her kahrolmamın içinde
bunları yaşadık da unuttuk mu utancı düşüyor içime, bir kez daha hatırlatılana kadar. Ve kaç yıl geçmesine rağmen hala herşeyin aynı olduğunu görmenin ümitsizliği. Nostaljik bir Oda Tiyatrosu..Oyuncularla içiçe olmak daha mı çok etkiliyor insanı acaba?
Şahane müziklerle bezenmiş bir oyun..Amalia Rogrigues..Inti
Illimani..Victor Jara...özenle seçilmiş şarkılar ve her şarkının
öyküsü... Dekor 80'ler..Küçük ayrıntılar, alıp götürüyor insanı geçmişe.. Oyun tek perde... Eleştirebileceğim tek şey oyunun kısa olması ile bazı şeylerin havada kalması, tamamlanmamış duygusu.. Ve genç oyuncunun biraz daha pişmesi gerektiği.. Ama bunlar önemsiz kalıyor bunca yaşanan acıyı hatırladığınızda...