27 Kasım 2016 Pazar

Arrival(Geliş) 2016



Bu filmden çıktıktan sonra beğendim mi, beğenmedim mi ona karar veremedim ..
Uzaylıların dünyaya inişi, uzaylılarla insanların iletişime geçmeye çalışmaları, ahtapot kolları olan garip vücutlu uzaylılar, ilk başlarda filmi ET'nin gelişmiş bir versiyonu gibi hissetirse de bana, film ilerledikçe düşündürmeye başladı beni bazı kavramlar üzerine..
Filmden çıktıktan sonra, ve hala birkaç gün geçmesine rağmen baktım ki hala düşünüyorum...Yazmaya karar verdim.
Film, zamanı lineer olarak algılamayan uzaylıların dünyanın çeşitli yerlerine eş zamanlı inişi ve Amerikan silahlı kuvvetleri tarafından görevlendirilen dil bilim uzmanı Louise'nin uzaylılarla iletişim kurma çabası üzerinde gelişiyor.
Filmin görüntü ve ses kurgusu çok iyi..Adeta sizi içine alıyor..Müzikler çok iyi seçilmiş..
Çok aksiyon olmamasına rağmen, sıkılmadan seyrettiyor ve çoğu zaman gerilimi düşürmüyor.
Ama bu filmde ne konu, ne görüntüler, ne de müzikler değildi beni asıl etkileyen...
Filmde beni etkileyen ve düşünmemi sağlayan şey, "dil" ve "iletişimin yolu" idi..
Siz hiç dilini tek kelime bile bilmediğiniz biri ile yalnız kaldınız ve iletişim kurmak zorunda kaldınız mı? Ve hatta bir süre geçirdiniz mi?
Ben geçirdim..Biri 8 yaşında bir çocuktu...Önce aramızda ortak, ikimizin bildiği bir dil bulmaya çalıştım..Buldum da..Matematiğin evrensel dili..Bu dil ile bana güvendi çocuk..Aynı olduğumuzu görebildi..Sonra da oyunun dilini kullandım neşeli vakit geçirebilmek için..Başardım da...Aramızda çok güzel bir iletişim ve sevgi gelişti kısa sürede..
Diğeri ise 70 yaşlarında bir kadındı..O daha zordu...Matematik bile bilmiyordu. Ama yemeğin dilini kullandık birlikte..Çokca gülümseme ve sevgi gösteren dokunuşlar ile karşılıklı iletişimi başarmıştık..
Ama filmin bir yerinde diyor ya..."Ne tür bir iletişim yolu kullanırsanız, aranızdaki ilişki  de o şekilde gelişir"... Kullandığınız yol bazen de öfkeye, sevgisizliğe ve hatta kavgaya yol açabiliyor bazen..
Filmde ilk defa duyduğum bir şey vardı..."Sapir-Whorf hipotezi" 
Bu hipotezin özü şu: Sözcükler dünyayı nasıl algıladığımızı belirler. Her dilin kendi içinde bir mantığı ve algılama biçimi vardır. Dolayısı ile dünyaya kelimelerle bakıyoruz desek yalan olmaz.
Ve yeni bir dil öğrenmek , yeni bir düşünce yapısını da öğrenmek demek. 
Hani denir ya " bir lisan bir insan".. Ne kadar doğru. O lisan sadece o dili bilen insanlarla iletişim kurmamızı sağlamıyor, onların düşünce yapısını, hayata bakışlarını da gösteren yeni bir ufuk açıyor önümüzde..
Bu film, belki IMDb puanını hak etmiyor bana göre ki 8.4 verilmiş...
Ama seyircinin düşüncelerinde yeni ufuklar açıyor.
" En azından üç dil bileceksin
   En azından üç dilde 
  Ana avrat dümdüz gideceksin
  En azından üç dilde düşünüp rüya göreceksin
  En azından üç dil " Bedri Rahmi Eyüboğlu






26 Kasım 2016 Cumartesi

I Am Cuba (Soy Cuba) 1964


"Ben Küba'yım..
Bir zamanlar Kristof Kolomb burada karaya ayak basmıştı. 
Günlüğüne şöyle yazmıştı: "Burası bir insan gözünün görebileceği en güzel yer"
Teşekkürler Bay Kolomb..Beni ilk gördüğünde şarkılar söyleyip gülüyordum. Gemilerini selamlamak için palmiyelerimin yapraklarını sallıyordum. Gemilerinin mutluluk getirdiğini sanmıştım.
Ben Küba'yım..
Gemilerinin şekerini alıp bana gözyaşı bıraktılar. Garip şeydir şu şeker Bay Kolomb..
İçindeki onca gözyaşına rağmen, hala tatlı.."
Buğulu bir kadının sesinden, bu sözlerle başlıyor film palmiye ağaçları, şeker kamışları ve hırçın bir denizin görüntüleri eşliğinde..
Sonra bir otelin terasına geçeriz.Yüzme havuzunda yüzen insanlar, podyumda güzellik
yarışması için salınan kızlar, havuz kenarında içkisini yudumlayan zenginler,  gece kulübünde eğlenen Amerikalılar ve barın kenarında kendisini seçen adamla geceyi tamamlamak için bekleyen hüzünlü güzel kadınlar..
Oradan, Havana'nın yoksul kelimesi az kalacak sefalet içindeki bir mahallesine götürür bizi görüntüler...
Sonra, şeker kamışı tarlalarına gideriz, kendisinin olmayan topraklarda tüm gücü ile çalışan çiftçilerin hayatına..
Ve üniversite...General Batista'ya karşı ayaklanan cesur yürek üniversite öğrencileri ile çatışmanın kalbindeyizdir artık..
En son yolculuğumuz ise, dağlar..Muhteşem bir doğanın içindeki dağ köyleri..Ve Che...Ve Castro...Ve devrimin isimsiz kahramanları...
Yönetmen Kalatozov....Sen neler yapmışsın öyle? O yılların olanakları ile kamerayı böyle nasıl kullanmış, akıl alacak gibi değil. Ben, seyrettiğim bunca fimde kameranın bu kadar ustaca 
kullanıldığını ilk kez görüyorum..Bir anda bir otelin terasından, yüzme havuzunun içine, oradan bir gece kulübüne sanki uçuyorsunuz. Denizlerden, şeker kamışı tarlalarına, hırçın denizlerden, sisli dağlara geçiyor ve büyüleniyorsunuz adeta.
Yıllarca Amerika, bu filmi saklamış propoganda filmi diye..Yıllar sonra, Martin Scorsese ve Francis Ford Coppola tarafından farkedilip, gün yüzüne çıkarılmış..İyi ki...
Propoganda filmi demiş ya Amerika...Tam aksine...O kadar naif ve yalın bir şekilde anlatıyor ki dönemi...Tapınmadan, göze bile sokmadan Castro ve Che'yi...Öylesine birkaç saniye görüyorsunuz onları filmin bir yerinde...Dağlarda..
Hep kameranın gücünden bahsettim...Filmin seslerinden bazen de sessizliğinin gücünden bahsetmezsem çok haksızlık olur. Hele şeker kamışlarını kestikleri o sahnedeki sesler...Hayran kaldım..
Kalatozov...Saygı ile eğiliyorum bu başyapıtının karşısında..
"Ben Küba'yım..
İnsanlar doğduğunda iki yolları vardır:
Esaret yolu..Bu ezilmeye ve çürümeye mahkumdur. 
Ve yıldızlara uzanan yol..Bu aydınlatır, ama öldürür.
Bunlar Jose Marti'nin sözleri..
Siz yıldızları seçeceksiniz..Yolunuz zorlu olacak ve kanla çizilecek..Ama adalet için her nerede bir kişi yola çıkarsa, binlercesi daha ayaklanacak. insanlar bittiğinde ise taşlar ayaklanacak..
Ben Küba'yım...
İnsanlar doğduğunda iki yolları vardır..
Siz yıldızları seçeceksiniz.."
Öyleyse yıldızları seçen Castro, Che ve isimsiz kahramanlara selam olsun...






3 Kasım 2016 Perşembe

JULIETA/2016


Bir kadının hayatına ne çok hikaye sığmıştır.. Ne çok duygu barındırmıştır bu hayat. Ne çok vazgeçiş,  ne çok kavuşma, ne çok ayrılık yaşar bir kadın..Ne çok insan gelir ve geçer bu hayattan..
Çoğu zaman bir kendisi bilir kadın tüm hikayelerinin toplamını, tüm duygularının adını, tüm kalp ağrılarını, içinde uçuşan tüm kelebeklerin kanatlarını..
Bi de biz seyirciler biliriz,  o kadınlardan biri Almodovar'ın filminin kadını olduysa eğer..
Julieta...İşte o kadınlardan..Edebiyat öğretmeni.. Önce kocasını bir deniz kazasında kaybediyor..Daha sonra kızı onu terkediyor..Geriye gidişlerle kocası ile tanışmasını, kızını doğumunu, ailesini, yaşadığı yeri görüyoruz.. Ve yaşadığı suçluluk duygularını, çelişkilerini, dibe vuruşlarını..
Kadınlar sanıyorum erkeklerden daha fazla etkileniyorlar insanların özellikle sevdiklerinin
davranışlarından, yaptıklarından ve yapamadıklarından... Julieta da öyle.. Birkaç dakika süren bir dialog ömür boyu suçluluk duygusuna yol açabilir mi öyle olmasaydı? Ya da trende tanışıp, bir kez seviştiği bir adam ona yazdığı mektubunda ' seni yağmur altında görmek isterdim, sığınacak bir yer ararken ve o yer benim evimken' sözleri onu koşturur muydu hayatını bile bilmediği bu adamın evine? Ya kızı onu terk ettikten sonra 'yokluğun hayatımı tamamen dolduruyor ve onu tamamen yok ediyor' diyecek kadar yaşamından vazgeçebilir miydi bir anne?
Kadınları bu kadar iyi tanıyan, dahası anlatabilen bir yönetmen Almodovar. Ve bu filmi ile yine dönmüş sahneye, uzunca bir aradan sonra. Ne çok özlemişim meğer.
Filmde yine Almodovar'ın o şahane renkleri vardı. Hele filmin açılışını yapan o elbisenin müthiş kırmızısı.. Sahi o elbisenin kıvrımları size de birşey çağrıştırdı mı?
Çekimler, mekanlar ve özellikle la mar (deniz) !
Tren sahnesi en güzel sahnelerdendi..Bir sevişmenin belki de yaşanacak en romantik mekanı olmuş.
En imrendiğim sahne ise edebiyat dersinde öğretmenler ile öğrencilerin Ulysses'i tartışması idi.. Resmen kıskançlıktan öldüm. Böylesi güzel bir tartışmayı ömrü hayatımda ne gördüm ne de duydum ben.
Geçenlerde okumuştum Almodovar'ın en çok etkilendiği yönetmen Alfred Hitchcock imiş.. Ya bunu yeni öğrendiğimden, ya da gerçekten öyleydi, bu filmde öyle sahneler vardı ki sanki Hitchcock filmi izliyorum dejavusu yaşadım. Özellikle hizmetçi Marian'ın olduğu kimi sahneler Rebecca'yı hatırlattı bana.
Zaten Almodovar'ın filmlerinde o çaktırmadan verdiği gerilimi de seviyorum ben. Kan revan, ölüm kalım yoktur ama bir gerilim yaşatır size keyifli keyifli. Aynen Hitchcock gibi..
Filmde Julieta'nın gençliğini ve olgun yaşını ayrı oyuncular oynuyor. İkisinin de performansları çok iyi olduğu kadar, sanki aynı oyuncunun gençliği ve olgunluk çağı kadar benzerlik vardı yüz ifadelerinde.
Ama asıl müthiş oyuncu hizmetçi Marian'ı oynayan Rossy de Palma.
Ve filmi bayıldığım Chavela Vargas'ın şarkısı ile bitirmiş Almodovar..Sen uzun uzun yaşa ve hep film yap usta. Biz de sinema budur işte demeye devam edelim.