Sinema sanatını çok seviyorum. Okumayı çok seviyorum.Yazmayı en çok seviyorum. Bir filmi izledikten, bir romanı okuduktan sonra düşüncelerim kelimelere dökülüyor. Ve ben o filmi , o romanı hep hatırlıyorum kendi kelimelerimle. Bir sanatı yorumlamak beni de o sanatın içine dahil ediyor ve bundan büyük keyif alıyorum. Bunu geç farkettim..Ama iyi ki farkettim....
26 Kasım 2016 Cumartesi
I Am Cuba (Soy Cuba) 1964
"Ben Küba'yım..
Bir zamanlar Kristof Kolomb burada karaya ayak basmıştı.
Günlüğüne şöyle yazmıştı: "Burası bir insan gözünün görebileceği en güzel yer"
Teşekkürler Bay Kolomb..Beni ilk gördüğünde şarkılar söyleyip gülüyordum. Gemilerini selamlamak için palmiyelerimin yapraklarını sallıyordum. Gemilerinin mutluluk getirdiğini sanmıştım.
Ben Küba'yım..
Gemilerinin şekerini alıp bana gözyaşı bıraktılar. Garip şeydir şu şeker Bay Kolomb..
İçindeki onca gözyaşına rağmen, hala tatlı.."
Buğulu bir kadının sesinden, bu sözlerle başlıyor film palmiye ağaçları, şeker kamışları ve hırçın bir denizin görüntüleri eşliğinde..
Sonra bir otelin terasına geçeriz.Yüzme havuzunda yüzen insanlar, podyumda güzellik
yarışması için salınan kızlar, havuz kenarında içkisini yudumlayan zenginler, gece kulübünde eğlenen Amerikalılar ve barın kenarında kendisini seçen adamla geceyi tamamlamak için bekleyen hüzünlü güzel kadınlar..
Oradan, Havana'nın yoksul kelimesi az kalacak sefalet içindeki bir mahallesine götürür bizi görüntüler...
Sonra, şeker kamışı tarlalarına gideriz, kendisinin olmayan topraklarda tüm gücü ile çalışan çiftçilerin hayatına..
Ve üniversite...General Batista'ya karşı ayaklanan cesur yürek üniversite öğrencileri ile çatışmanın kalbindeyizdir artık..
En son yolculuğumuz ise, dağlar..Muhteşem bir doğanın içindeki dağ köyleri..Ve Che...Ve Castro...Ve devrimin isimsiz kahramanları...
Yönetmen Kalatozov....Sen neler yapmışsın öyle? O yılların olanakları ile kamerayı böyle nasıl kullanmış, akıl alacak gibi değil. Ben, seyrettiğim bunca fimde kameranın bu kadar ustaca
kullanıldığını ilk kez görüyorum..Bir anda bir otelin terasından, yüzme havuzunun içine, oradan bir gece kulübüne sanki uçuyorsunuz. Denizlerden, şeker kamışı tarlalarına, hırçın denizlerden, sisli dağlara geçiyor ve büyüleniyorsunuz adeta.
Yıllarca Amerika, bu filmi saklamış propoganda filmi diye..Yıllar sonra, Martin Scorsese ve Francis Ford Coppola tarafından farkedilip, gün yüzüne çıkarılmış..İyi ki...
Propoganda filmi demiş ya Amerika...Tam aksine...O kadar naif ve yalın bir şekilde anlatıyor ki dönemi...Tapınmadan, göze bile sokmadan Castro ve Che'yi...Öylesine birkaç saniye görüyorsunuz onları filmin bir yerinde...Dağlarda..
Hep kameranın gücünden bahsettim...Filmin seslerinden bazen de sessizliğinin gücünden bahsetmezsem çok haksızlık olur. Hele şeker kamışlarını kestikleri o sahnedeki sesler...Hayran kaldım..
Kalatozov...Saygı ile eğiliyorum bu başyapıtının karşısında..
"Ben Küba'yım..
İnsanlar doğduğunda iki yolları vardır:
Esaret yolu..Bu ezilmeye ve çürümeye mahkumdur.
Ve yıldızlara uzanan yol..Bu aydınlatır, ama öldürür.
Bunlar Jose Marti'nin sözleri..
Siz yıldızları seçeceksiniz..Yolunuz zorlu olacak ve kanla çizilecek..Ama adalet için her nerede bir kişi yola çıkarsa, binlercesi daha ayaklanacak. insanlar bittiğinde ise taşlar ayaklanacak..
Ben Küba'yım...
İnsanlar doğduğunda iki yolları vardır..
Siz yıldızları seçeceksiniz.."
Öyleyse yıldızları seçen Castro, Che ve isimsiz kahramanlara selam olsun...
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder