The Lost Daughter / Karanlık Kız 2021
Yönetmen: Maggie Gyllenhaal
Oyuncular:
Olivia Colman
Jessie Buckley
Dakota Johnson
Ed Harris
“Beni anneme götürsün bindiğim bütün taksiler” Didem Madak
Hatırlıyorum; oğlumu karnımda taşırken bir arkadaşım bana demişti ki “ Şu günlerin kıymetini bil, doğduğunda hiçbir şey aynı olmayacak”
Olmadı da.. Annelik duygusu gibi insanın hayatını tümden değiştiren ve hayatı boyunca da ona egemen olan başka duygu var mı, ben bilmiyorum.
Anne olmanın, yaşamın en güzel duygusu olduğuna çoğumuz hemfikiriz. Ama ya çocuklarımızı büyütürken, alan kayıplarımız, yapamadıklarımız, geri kaldıklarımız ve en önemlisi hissettiklerimiz. Kutsal annelik kavramı öyle bir nakşettirilmiştir ki içimize, değil dile getirmek bunları, beynimize uçuşan düşünceleri bile hişt diye kovarız çabucak.
Bir yerde görmüştüm. “Anne olmak ömür boyu pişmanlıktır” diye.
Ne kadar yanlış ve bir o kadar da doğru.
Kutsal anneye, mükemmel anneye ulaşamamanın yetersizliğinin , ömür boyu hissettirdiği suçluluk duyguları olsa gerek, bu cümleyi yazdıran.
Leda, 40’lı yaşlarının sonunda, edebiyat alanında profesör, zeki, donanımlı bir kadın. Tek başına,bir Yunan adasına, kendi tanımı ile çalışma tatiline geliyor.
Plajda tanıdığı bir aile ve onların gelinleri Nina, onu içsel bir yolculuğa çıkarıyor. Belki de en zor bir yolculuk olan geçmişe..
Leda, iki kız annesi. Kızları küçükken kocası başka bir şehre çalışmaya gidiyor ve kızlarının tüm bakımı, sorumluluğu kendine kalıyor. Bir yandan da çalışıyor Leda. Birgün kongre daveti alıyor çalışmasını sunması için. Ve gittiği kongrede, karşılaştığı Profesör Hardy’den çok etkileniyor. Belki de Profesörün onu zeki, etkileyici bir kadın olarak gördüğünü söyleminden. O gece birlikte oluyorlar. Ve sonrasında Leda, kızlarını ve evini terkedip 3 yıl kızlarını hiç görmüyor.
Nina ise genç bir anne. Geniş, zengin bir ailenin içinde yaşıyor. Her yaz Yunan adasında kocaman bir malikane kiralayıp yazlarını orada geçiriyorlar. Nina’nın eşi, Nina’nın çok yanında kalmayan, arkadaşları ile teknesinde gününü gün eden, küçük kızı ile de hiç denilecek kadar az ilişki kuran bir adam. Nina’nın görümcesi ise hamile ve kutsal annelik elbisesini üstüne sıkı sıkıya giymiş, ekonomik gücünün getirdiği şımarıklığa sahip bir kadın.
Plajda, bu insanlarla karşılaşan Leda, önceleri uzaktan onları gözlemleye başlar. Birgün Nina’nın kızı kaybolur. O kayboluş, Leda için de geçmişe yolculuktur. Belki en yakınına bile itiraf edemediği duygularını Nina’ya aktarır. Ona anlatır kızlarını ve kızlarını terkedişini. Nina, kızlarını görmeden geçen onca yılda ne hissettiğini sorduğunda, Nina’yı çok şaşırtan “muhteşemdi” cevabını verir.
Plajda çalışan Will’e anlatır kızlarını. Kaldığı eve bekçilik yapan Lyle’e keza..
Gördüğü her detay, her durum kızlarına ve kendine götürür Leda’yı..
Leda aslında çok şey anlatmasa da, gözlerinden anlarız onun hüznünü, pişmanlıklarını, acısını..
Anlarız, ataerkil düzendeki kutsal anneliğe ne kadar dirensen de, kaçsan da, terketsen de anneliğini, o bize öğretilmiş, içimize işlemiş anneliğin yıllar içinde nasıl da pişmanlığa, hüzne ve acıya evrildiğini.
Film Elena Ferrante’nin aynı adlı romanından uyarlama.
Filmin yönetmeni Maggie Gyllenhaal. İlk uzun metrajlı filmi. Ve müthiş bir iş çıkarmış. Belki de ilk kez annelerin hissettiklerini yüzümüze çarparak vermiş. O hişt diye kovmaya çalıştığımız düşünceleri dile getirmiş. Birçok insanın bundan hoşlanmayacağını hatta yargılayacağını bile bile.
Ve zor bir işi başarmış. Şimdiki Leda ve genç Leda’yı, iki muhteşem oyuncuyu, geçmişe dönüşlerle harmanlayışı olağanüstüydü. Şimdiki zamanlarda yaşanılanların tetiklediği geçmişe dönüşler ve o sırada Leda’nın yüzünde gördüklerimiz.
Yönetmen bol dialog yerine yakın çekimlerle, yüz ve beden ifadeleri ile anlatıyor bize anlatmak istediklerini. Tam olarak hikayenin bütününü, detayları vermese de seyirci tamamlıyor boşlukları.
Filme genel olarak hakim olan duygu ise gerilim. Hep diken üstünde, tedirgin bir his bu. Özellikle oyuncak bebekten solucan çıkması, Leda’nın sırtına ağaçtan kozalağın düşerek çarpması, sinema sahnesi hatta plajda şezlong değiştirme sahnesinde gerilimin dozu tırmanıyor. Sanırım bana göre yönetmen, Leda’nın tedirgin, diken üstünde hep bir şey olacakmış gibi hissettiği iç dünyasını bize geçirmek için bu yolu kullanmış.
Leda’yı oynayan Olivia Colman. Sen ne olağanüstü bir oyuncusun. İlk kez Sarayın Gözdesi filminde hayran kalmıştım oyunculuğuna. Bu filmde bir kez daha hayran oldum. Hiç konuşmasa da olur, gözlerinden neler dökülüyor çünkü.
Leda’nın gençliğini oynayan Jessie Buckler da müthiş.
Keza Dakato Johnson ve Ed Harris de çok iyi iş çıkarmışlar.
Bence filmin çekildiği Spetses adası da başrolde. Bayıldım ve yazı çok özlediğimi farkettim.
Öyleyse, filmde bir sahnede duyulan “ Τι ειναι αυτο που το λενε αγαπη” “ Adına aşk denilen bu şey nedir” şarkısını açın ve Ege denizinin kokusunu içinize çekin,hayalinizde.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder