25 Nisan 2015 Cumartesi

The Best Offer (La migliore offerta) /2013


Her sahte sanat eserinde orijinal birşey saklıdır.
Herşey sahte olabilir, Aşk bile..
Filmin bu iki repliği filmin özeti sanki..
Sanat ve antika tutkunu 60 yaşlarında bir adam..Aynı zamanda müzayede yöneten. İşini kusursuz yapan..İnsanlara ve aslında hiçbirşeye dokunmamak için eldivenler giyen..Giydiği eldivenlere ait bile müthiş bir kolleksiyonu olan.. Hiçbir kadınla ilişki kurmamış..Kadınlarla kurduğu tek ilişki , yönettiği müzayedelerden hile ile topladığı ve kapalı kapılar ardında sakladığı kadın portrelerini seyretmek olan garip bir adam var filmin başrolünde..Geoffrey Rush'ın olağanüstü oynadığı bu adam Virgil, duvarlar arkasında yaşayan genç bir kadın ile tanışıyor birgün..Daha doğrusu önce sesi ile tanıştığı bu kadını, daha sonra duvarların arkasından çıkarıyor ve aşık oluyor.
Bundan sonra yazdıklarım spoiler içerdiğinden yazdıklarımı filmi izledikten sonra okumanızı öneririm.
Filmin sonu beklenmedik gibi görünse de.. Aslında ikinci yarıdan itibaren sonucu az çok tahmin ettim. Çoğu seyircinin de tahmin ettiğini sanıyorum. Çünkü yönetmen tüm ip uçlarını o kadar akıllıca  veriyor ki..Birşeylerin yolunda gitmediğini anlıyorsunuz.. Sonucu tahmin ettim ama filmin finaline kadar kabul etmek istemedim doğrusu.
Aslında düşününce, işte dedim.Yönetmen bunu görmemizi istiyor. Aşkın kör edişini. Hepimiz anlıyoruz. Ama Virgil anlamıyor neler olacağını. Çünkü aşık insan görmüyor. Duymuyor. Görmek, duymak istemiyor. Ta ki başına balyoz vurulana kadar.
Virgil'in de başına o balyoz vurulduğunda tek tek çözüyor ip uçlarını. Ama yine de inanmak istemiyor bu aldatılışı ki. Ta Prag'a gidip buluyor Claire'nin en huzurlu hissettiği yer olan o cafe'yi. 
Yönetmen birinci finali, Virgil'in tablolarını sakladığı o odaya girdiğinde boş duvarları gördüğünde yapmış.
Ama bence filmin ikinci finali var ki..Müthişti..Prag'daki o cafe'deki bitiş kafamda hızla akan sorulara neden oldu. Saatleri ve dişli çarkları gördüğümde, cafe'nin sahibinin  Robert olup olamayacağını...Virgil'in  garsonun sorusuna yalnızım yerine, birini bekliyorum demesini. O sırada aklıma gelen, Robert'in monte ettiği robotun sürekli '' her sahte sanat eserinde orijinal birşey saklıdır'' repliğini tekrar edip durmasını..Ve daha önce Claire'nin o muhteşem kolleksiyonun olduğu odada Virgil'in boynuna sarılıp '' Bize ne olursa olsun seni sevdiğimi bil'' demesini.
Ve bütün bu soruların cevabı hiç verilmedi. Cevapların seyirciye bırakılmıştı.
Ben kendi cevabımı buldum. Belki de beni rahatlattığı için bunu seçtim.
Cevabım ''Her sahte aşkın içinde bile duygular vardır.'' 
Ve hatta işi ileriye götürüp, Virgil'in Prag'daki o cafe'de Claire ile buluşacağını bile düşündüm..Neden olmasın?
Bu arada söylemeden geçemeyeceğim. Sonu Virgil için hüsran bile olsa, bu aşk onu iyileştirdi. Eldiven giymeyi bıraktı, sosyal bir insana dönüştü. 
Zaten hepimize iyi gelmez mi aşk?
Filmi çok beğendim. Bana sorular sorduran, beni sürekli ayakta tutan, düşündüren filmleri seviyorum ben. Bir de buna Geoffrey Rush'ın müthiş oyunculuğu, Ennio Morricone'nin şahane müzikleri, şahane tablolar, heykeller, mekanlar ve Tornatore'nin usta yönetmenliği eklenirse ne denilebilir ki böyle bir filme..
Seyretmelisiniz en kısa zamanda denir ancak..

23 Nisan 2015 Perşembe

Lucia de B / 2013


Bu gecenin tarafımdan seçilmiş filmi....
Hollanda yapımı, yabancı dilde Oscar adayları arasında olan bir film.
Mood'unuzun iyi olduğu bir zamanda izlemenizi öneririm. Öykünün zorluğu dışında, karanlık sahnelerin çokluğu, kulağa hiç de melodik gelmeyen Flemenkçe, hastane ve hapishane sahnelerinin ruh daraltan atmosferi size iyi gelmeyebilir çünkü..Ama tüm bunlar filmi zor seyredilir yapmıyor. Aksine akıcı gidiyor film ve ustaca kurgulanmış. Ve oyuncular başarılı.
Filmi seyrederken aslında yabancılık çekmiyorsunuz. O kadar çok var ki bunlardan ülkemizde çünkü..Kişilik ve yaşam karakterlerinize göre toplumun yaftalamaları, gerek maddi, gerekse manevi hırsı nedeni ile gerçekleri örtbas etmekten beis duymayan insanlar, medyanın gücü ve şahsiyetsizliği, çarpık adalet sistemi, çok az da çıksa karşımıza, gerçekler uğruna herşeylerini feda etmekten kaçınmayan Jeanne d'Arc'lar, sevgi ile bağlandıkları insanın, tüm dünya karşı olsa bile yanında olanlar ve çok eskilerde olan Cadı Avı'nın hala günümüzdeki güncellemelerine maruz kalan kurbanlar.
Dedim ya.. Ülkemizde biz aşinayız. Nerdeyse vaka-ı adileyeden sayılıyor.
Hollanda'da ise sanırım nadirattan yaşanmış bu öykü gerçek hayatta. Film yapmışlar. Ama seyredilesi bir film olmuş..Hakkını yemeyelim.
PS: Filmi seyrederken aklıma başka bir film geldi. Seyretmeyenler için tavsiyedir. Özellikle mahkeme sahneleri hayranlarına... Jodie Foster oynuyordu. Sanık ( The Accused ). Jodie döktürüyordu o filmde.


KIŞ UYKUSU/ 2014





Uzundur erteliyordum..Bugüne, karlı ve soğuk bir günde evde kısılıp kalmaya çok uygun düşer diye nihayet seyredebildim '' Kış Uykusu'' nu...
İtiraf ediyorum..Şimdiye kadar seyrettiğim NBC filmlerinden hep çok sıkıldım..Özellikle Uzak ve İklimler filmlerinde...Üç maymun bana göre daha ehveni şer idi..
Ama bu filmine bayıldımmm....
Oyunun karakterleri o kadar gerçekler ki...O kadar gerçek ve doğal dialoglar var ki..O kadar gözümüze sokulmadan ince ayrıntılarla işlenmiş ki film..
Yine karlar...Yine bir Anadolu şehri..Yine o kasvetli kış..Yine kısılmışlık ve daralma duygusu..Hepsi benzer...Ama o karakterler ve dialoglar filmi hoop diye diğer filmlerinin üstüne çıkardı benim gözümde..
Hiçbir şey üretmeyen , sadece düşünen ve yazan, aslında hak, adalet ve vicdan derken bir gülüşü ile bile ne kadar üstün olduğunu hissetirmeye çalışan, kimseleri beğenmeyen bir kesim aydını ( karakterin de ismi Aydın) ne de güzel anlatmış NBC..
Eve ayakkabı ile girilmesi ve imam efendi ayakkabısını çıkarınca evde erkek terliği olmadığı için ona bir kadın terliği verilmesi beni benden alan bir sahne oldu...
Aydın ile kardeşi Necla'nın dialogları, o bahsettiğim bir kesim aydın'ı ağır bir masaya yatırış şekliyle beni hayran bıraktı..
Keşke bitmese biraz daha sürse dedim..
Yazılacak çok şey var film hakkında..Çok detay var belki de gözden kaçırdığım..
Belki bir kez daha seyretmek gerekir sindirebilmek için..
Ama daha kar yağacak gibi gözüküyor..Belki kimbilir...

Cafe De Flore/2011



Paris'i ziyaret edenler belki bu ünlü kafe'ye gitmişlerdir. Saint-Germain'de vaktiyle Jean Paul Sartre , Simone de Beauvoir'ın müdavimi olduğu kafedir kendileri. Ve film adını buradan alıyor.
Filmi o kadar sevdim ki...Burada yazacağım şeyler, filmi seyrederken hissettiklerim yanında yavan kalacak, biliyorum.

Filmin ana karakteri Down sendromlu bir çocuğun, annesinden sürekli '' Cafe, Cafe '' diye çalmasını istediği şarkı zaten başlı başına bir olay. Oradaki oyunculardan birinin dediği gibi sizi yükselten, dinledikçe dinleyisiniz gelen bir şarkı...
Filmle müzikler iç içe geçmiş gibi..Pink Floyd'dan Sigur Ros'a, Dinah Washington'dan The Cure'e kadar harika seçimler.
Oyunculuklar, 2 küçük Down sendromlu çocukdan tüm karakterlere kadar müthiş...
Çok farklı iki zaman dilimi anlatılıyor. Ama öyle güzel kurgulanmış ve geçişler öylesine yapılmış ki, hayran bırakıyor yönetmenin ustalığına..
E yönetmen tabi meşhur CRAZY filminin yönetmeni Jean-Marc Vallee olursa buna şaşırmamak gerekir.
Sinematografiyi de çok sevdim ben..
Ama asıl ve asıl sevdiğim, sevgi bu kadar mı güzel anlatılır. Az sözle, sadece beden dili ile..Çok etkilendim. O sevgiyi içimde hissettim çoğu zaman.
Belki filmin sonu size saçma gelecek. İnançlarınıza ya da inanmıyor olduklarınıza ters düşecek. 
Öyle bile olsa seyretmeye değer..