22 Şubat 2018 Perşembe

Phantom Thread / 2017



Alma : Reynolds hayallerimi gerçekleştirdi. Ben de buna karşılık ona en büyük arzusunu verdim.
Dr. Robert Hardy: Bu neydi?
Alma: Her zerrem..
Film, böyle açılır...Alma ve doktorun sohbeti ile..
Reynolds Woodcock, 50'lerde Londra'da yüksek sosyete terzisidir. Kraliyet ailesi, zenginler ve
sosyete, müşterileri arasındadır. Alt katında yaşadığı, üst katını ise atölye olarak kullandığı bir evde
ablası ile yaşamaktadır. Atölyesinde onlarca terzi çalışmakta, ablası ise sağ kolu olarak hayatını ve
işini her yönden düzenlemekte, hatta kolaylaştırmaktadır.
Woodcock'un hayatına dönem dönem sayısız kadınlar girmekte, bu kadınlar aynı zamanda terzinin mankenliğini yapmakta, ancak Woodcock ilgisini kaybettiğinde veya kadınların ilişkiden beklentileri arttığında ve tabiri caizse vıdı vıdıya başladıklarında, ablası tarafından hayatından uzaklaştırılmaktadırlar.
Woodcock, annesini genç yaşta kaybetmiş ve hala annesinin saç telini ceket astarlarının içine dikecek kadar annesine bağımlı, işinde, yediklerinde, hayat tarzında değişmez kuralları olan, özellikle üretim aşamasında huysuz, orta yaşlarında bir adamdır.
Bir gün işten bunalıp kafasını dağıtmak için sayfiyedeki evine gider. Kahvaltı için gittiği restoranın genç garsonu Alma ilgisini çeker. Alma'ya kahvaltı için siparişlerini verir, ama bu sipariş oldukça fazla ve çeşitliliktedir. Daha sonra Alma'yı akşam yemeğine davet eder. Alma Reynolds'un eline bir
not bırakır. " Aç çocuk, adım Alma " yazan...
Akşam yemeğini birlikte yerler. Sohbet sırasında Reynolds annesinin saç telini ceket astarının içinde sakladığını ve yine sohbetin bir yerinde hiç evlenmediğini, evliliğin hayatının düzenini bozacağından
korktuğunu, aslında " confirmed bachelor" olduğunu söyler. Yemekten sonra Reynolds Almayı evine götürür ve ondan dikmekte olduğu bir elbiseyi giymesini rica eder. Alma elbiseyi giyer, üstünde prova yapılır. O sırada abla Cyril eve gelir. Alma ile tanışırlar. Ve Alma'nın ölçüleri alınır tek tek.
Ölçü alımı bitince Cyril Alma'ya ölçülerinin tam ideal, Reynolds'un istediği gibi olduğunu söyler.
Böylece abla tarafından da onaylanan bu ilişki başlar ve Alma atölye eve taşınır. Aynı zamanda Reynolds'un mankenliğini de yapmaya başlar. En nadide parçalar, onun ölçülerine göre biçilir, onun üzerinde sergilenir.
Ancak Reynolds zor bir adamdır, hayat onun kurallarına göre yaşanmalıdır, ve bu kurallar asla değiştirilmemelidir. Ama bu, inatçı tabiatlı Alma'ya göre değildir. Alma da kendi duruşunu koymak ister bu ilişkideki. Bu duruşu kabullendirmek ise hiç kolay değildir. İlişki nerdeyse, Alma'nın evden
uzaklaştırılma noktasına gelmişken, Alma'nın aklı sayesinde ilişkinin bağımlılığa ve sonrasında evliliğe dönüşümü başlayacaktır. Çünkü,Alma daha ilk gece Reynolds'un zaafını görmüştür.
Film, çok katlı.. Bir taraftan houte couteur dünyası ve bu dünyanın müşterileri. Tasarım ve üretmenin zorlukları yanında büyülü dünyası. Sanatçı bir terzinin gelgitleri, sancıları...Ve bir elbise
bittiğinde, hem üretenin hem de ürettiğini taşıyanın mutluluğu ve hazzı..
Bir taraftan da her bir karakterin iç dünyaları ve birbirleri ile olan ilişkileri,  savaşları, galibiyetleri, mağlubiyetleri...
İlişkiler, bağlılık değil, bağımlılık temeline dayandırıldığında, her iki taraf birbirinin zaaflarını bulmaya ve onlar üzerinden hakimiyet  kurmaya kalkıyor ki vazgeçilmez olsun, mecbur olunsun, bağımlı olunsun..
Alma, ilk buluştukalrı yemekte yaptıkları sohbette bunu farkeder. Annesinin saç telini ceket astarında sakladığını söyleyen birinin anne zaafını anlamamak zor olmasa gerek.
Bundan sonrası ise Alma için,  bir oğulun annesinden almak istediklerini, Reymonds'a vermek olacaktır.
Filmin sonlarındaki olağanüstü yemek sahnesinde Alma şöyle der kocasına " Senin yataklara düşmeni, aciz, hassas , açık olmanı ve sadece benim yardım edebilmemi diliyorum."
Reynolds'un istediği de tam budur. Çünkü o mutlu bir adamdır artık.
Yönetmen Paul Thomas Anderson,  filmin başından itibaren karakterleri ilmek ilmek işleyerek sunuyor.
Daha en başından Almayı ilk gördüğü restoranda, Alma'nın Reynolds'un eline tutuşturduğu notta yazan " aç çocuk" sözü ile bize oral fiksasyonu olan bir adamı çağrıştırmaya başlıyor.
Sonra yemekte Reynolds'un kendini tanımladığı "confirmed bachelor" tanımlaması. Her ne kadar müzmin bekar gibi algılansa da bu sözcük, internette araştırdığımda gördüm ki 40'lar 50' lerde gay adamları kibarca tanımlamak için kullanılan bir sözcükmüş meğer...
Film boyunca Alma ile Reynolds  bir ilişki yaşıyor gibi gözükseler de onları aynı yatak odasında hiçbir zaman göremiyoruz. Sadece şefkat ve belki bir iki öpücük,tüm ilişkideki temas olarak bize gösterilen.
Alma ise bizi tamamen ters köşe yapıyor.  Başta basit, sakin bir garson kız gibi gördüğümüz Alma, film ilerledikçe bizi şaşkınlığa  düşürüyor aklı ve yaptıkları ile.
Anderson ustaca karakter yaratımının yanında,şahane dekorlar, göz alıcı renkler ve elbiseler , hepsi birbirinden ilginç yan karakterlerle harika bir iş çıkarmış. Filmin müziklerine ise bayıldım.
Ya hayatının son rolünü oynadığını beyan eden Daniel Day-Lewis'e ne demeli. Nasıl tanımlarsan tanımlayayım eksik kalacak oyunculuğu. Oyunculuk kariyeri için müthiş bir final. Oskar'ı alacağından hiç kuşkum yok.
Alma'yı oynayan Vicky Krieps ve Cyril'i oynayan Lesley Manville de çok iyi iş çıkarıyorlar.
Bizler terzide dikilen elbiselerin, o güzelim kumaşların olduğu devrin çocuklarıyız. İlk kendimizi bildiğimizden beri annelerimizin elinden tutar, kumaş mağazalarına giderdik...
O kumaş mağazalarının kokusu hala aklımdadır. Beğendiğimiz kumaşı, tezgahtarın nasıl da düzgün kestiğine şaşkınlıkla bakardım. Onu aldıktan sonra terzimize gider, ölçü verirdik. Sonra provalara gider gelir, o kumaş parçasının nasıl da güzel bir elbiseye dönüştüğünü safha safha görürdük. Hala hatırlarım dikilen elbiselerimizi. Ve, ister eve gelen gündelikçi terzi olsun, ister bir butiğin terzisi;  hepsinin nasıl birer sanatkar olduğunu bilirim.
Bu yüzden, herşey bir tarafa, geçmişe bir yolculuk oldu benim için bu film...








12 Şubat 2018 Pazartesi

LOVELESS (SEVGİSİZ) / 2017



"Birden işitilmez olsun ayak seslerim
  Gölgem bir başka sokağa sapıversin
  Unutayım bir anda herşeyi"  Can Yücel

Moskova'da bir nehrin görüntüleri ile açılıyor film. Her yer karlara bürünmüş. Nehrin kenarında kimi nehire uzanmış, kimi birbirine sarılmış, kimi dimdik gökyüzüne uzanmış 
ağaçlar..Uzun uzun fotograf tadındaki bu doğa harikasını izlerken, kameranın görüntüsü sert bir şekilde gri, sevimsiz beton, büyük bir binaya çevriliyor. Bu bina neresi diye düşünürken, birden kapısından çıkan çocukları görünce okul olduğunu anlıyoruz. Okulun dağılış saati.. Alyosha da bu çocukların içinde..Annesi, babası boşanmak üzere olan, istenmeyen bir hamilelik sonucu dünyaya gelmiş, hala da sevilmeyen, istenmeyen bir çocuk Alyosha. Anne ve babanın sevgilileri var, çoğu gecelerini sevgilileri ile birlikte geçiriyorlar ve ikisi de boşandıktan sonra hayatlarına ayak bağı olur diye oğullarını istemiyorlar, hatta yatılı okula göndermeyi bile düşünüyorlar. Boris'in tek korkusu ise, boşandığı ve oğlunu istemediği için,  koyu bir Ortodoks olan patronu tarafından işine son verilmesi.
Bir gece, baba Boris eve geliyor ve karısı Zhenya ile şiddetli bir kavgaya tutuşuyor. Kavganın ana konusu yine Alyosha...O kadar yüksek sesle ve fütursuz bağıyorlar ki, Alyosha bütün bağrışmaları duyuyor ve o an anne ve babasının onu istemediğini anlıyor. Ve Alyosha'nın bir 
kapı arkasında, belleklerimizden hiç çıkmayacak olan ağıtı başlıyor ...Çığlık çığlığa ağlıyor 
Alyosha... Ama tek bir ses bile duyulmuyor.  Öylesine çaresiz, öylesine yalnız çığlıklar ki....
Ve ertesi gün Alyosha yok oluyor. Anne ve babası yok olduğunu bile iki gün sonra anlıyorlar.
Ve polise gidiyorlar. Polisin, bürokrasinin güçlüklerinden bahsederek onları gönüllü sivil bir arama kurtarma ekibine yönlendirmesi ile Boris ve Zhenya ekip ile birlikte Alyoshayı aramaya başlıyorlar.
Film, kaybolan bir çocukla ilgili olsa da, yönetmen Alyosha'yı merkezine alarak, toplumu, epey de sert bir anlatımla seyirciye gösteriyor.
İnsanların sevgisizliği ve benmerkezciliği, yalnızlıkta boğulmuş insanların telefonlarına adeta bir can simidi gibi yapışmaları, ilişkilerdeki donukluk öyle çarpıcı örneklerle veriliyor ki çevremizde bunları neredeyse hergün gördüğümüzü hatırlıyıveriyoruz.
Boris'in işyerinde kutu kutu masalarda çalışan,  her öğlen kurulmuş saat gibi hazır yemeklerden seçen, masalara oturup, hızla yemeğini tüketen bir nevi robotik iş insanları hangi 
ülkede yok ki?...
Rusyanın hantal bürokrasisi nedeniyle işlerin yürümediği ve sivil örgütlerin artık bu işleri devir alması gerektiğinin, arama çalışmalarına katılan şahane bir arama kurtarma ekibi ile altını iyice çizmiş, ismini zorlukla yazabildiğim, telaffuzunu ise hiç becermediğim yönetmen  Andrey Zvyagintsev. 
Filmin belki de insanın tek içini ısıtan, tek umut veren  kısmı idi arama ekibi. Bir de Zhenya'nın sevgilisinin Portekizde okuyan kızı ile yaptığı görüntülü konuşma. O birkaç dakikalık konuşma, filmin sadece soğuk değil, buz gibi olduğunu hissettiriverdi..
Filmde yönetmen  sürekli pencereler  gösterdi bize. Zaman zaman kamera,  içerden dışarıya bakanın arkasından çekim yaparak bize dışarıyı gösterdi, zaman zaman da pencerinin  dışından içeriye doğru bir çekimle,  dışarıya bakanın yüzünü gösterdi bize. Sanıyorum içerdeki insan ile dışardaki hayatın birbirinden kopuşu, birbirine karışamayışı idi vurgulamak istediği.Ya da içerdeki hayatımız ile dışardaki hayatlarımız arasındaki farklılığımız...
Alyosha bulunuyor mu filmin sonunda, çocukları kaybolmuş bu anne, baba sevgiyi öğrenebiliyorlar mı yeniden yoksa yakın gelecekte bizi daha da umutsuz, daha da sevgisiz günler mi bekliyor? Zvyagintsev bizi uzun uzun düşündürüyor...
Film bittiğinde ise emin olduğum ve inandığım tek şey...
"Dünyayı güzellik kurtaracak
  Bir insanı sevmekle başlayacak herşey" idi....
   







8 Şubat 2018 Perşembe

The Killing of a Sacred Deer ( Kutsal Geyiğin Ölümü) / 2017



Bazı yönetmenlerin alameti farikaları vardır. Her filmlerinin içine yerleştirirler bu işaretleri..
Lanthimos da böyle bir yönetmen diyebiliyorum artık, üçüncü filmini seyettikten sonra.
Söylemeliyim ki bazıları bu adamın filmlerini hiç sevmiyor, hatta nefret ediyor, bazıları da bayılıyor.
Bir dünya çiziyor Lanthimos, sınırlarını kendisinin belirlediği, gerçekliğini kendisinin yarattığı. İnsanlarını da öyle yaratıyor, alışık olmadığımız insan tarzında. Duygularını belli etmeyen,  yüzlerinde pek sevinç, üzüntü, korku, endişe mimikleri barındırmayan, düşüncelerini süzgeçsiz hemen dile getiriveren, içgüdüleri ön planda olan,  sanki hayvanımsı insanlar. 
Seyirci eğer neden, nasıl sorularını sorararak izlerse, Lanthimos'un dünyasına giremiyor ve bence filmlerini sevmiyor.
Ama bu dünyaya sorgusuz girerseniz eğer, asıl sorgular orada başlıyor.
Lanthimos " Dogtooth" filminde devleti sorguluyordu; " The Lobster" filminde ise toplumu..
Bu filmde ise sorgulanan aslında vicdan gibi gözükse de bana göre sorgulama yelpazesi genişlemiş. Günümüz insanına, değerlere , güce ve dine ait epeyi çalımlar var.
Yönetmen bu kez sorgulamalarını bir Yunan tragedyası üzerinden yapıyor.
Öykü şu ki...Truva savaşından hemen önce, Aulis'te filolar toplanırken, Yunan ordularının kumandanı Agamemnon Artemis'in kutsal geyiklerinden birini öldürür. Buna çok öfkelenen Artemis, Truva kıyılarına gidecek gemilerin rüzgarlarını keser, orduları Aulis'te mahsur bırakır ve askerlere hastalık gönderir. Artemis, bu durumdan kurtulmaları için, Agememnon'un kızı Ifigenia'yı kendi elleri ile kurban etmesini ister.
Lanthimos, filmde Artemis'in intikamı ile Mark'ın intikamı arasında paralellik kuruyor.
Mark'ın babası, Doktor Steven Murphy'nin hastası. Kalp ameliyatı sırasında doktor alkollü ve hasta ameliyatta kaybediliyor.
Doktor Steven çok başarılı bir kalp damar cerrahı.  Karısı Anna ise göz doktoru. İki çocukları olan, şahane bir evde oturan, hayat şartları son derece iyi olan bir aile.
Bir gün hayatlarına Mark giriyor. Aslında Dr Steven uzun zamandır vicdanını rahatlatmak için Mark ile ilgileniyor, onunla buluşuyor, ona hediyeler alıyor. Ve bir gün ailesi ile tanıştırmak için onu evine davet ediyor. Ve Mark için intikam zamanı başlıyor.
Mark Steven'e iki çocuğunun ve eşinin hastalanacağını, önce yürüyemeyeceklerini, sonra yemek yemeyi keseceklerini, sonra ise gözlerinde kanlar geleceğini ve en sonunda dediğini yapmazlarsa öleceklerini anlatıyor, İstediği ise, Steven'in ailenin bir ferdini öldürerek, diğer ikisini kurtarması.
Önce erkek çocuk, sonra da kız çocuk hastalanıyor. Hastanede tüm imkanlar seferber ediliyor.. Ama ne hastalığa bir tanı konulabiliyor ne de bir çare bulunabiliyor. 
Ve seçime giden yolun yapı taşları döşenmeye  başlıyor.
Kardeşin kardeşe, hatta annenin çocuklarına karşı hayatta kalma dürtüsü ile yaptıkları, babanın bu seçimi yaparken gözönüne aldığı kriterler, güçlü olana peygamber misali tapınış, acımasızlık, katılık, bencillik... Yapı taşları bunlar işte..
Kabul etsek de etmesek de insanoğlunun içindeki ilkel içgüdüler..Aile, eğitim, statü yok oluyor, ilkel insan kalıveriyor öyle...Hayatta kalmak için... .
Sonunda elbette bir seçim yapılıyor. Giden gidiyor, kalan sağlar bizimdir misali yaşam devam ediyor...
Başında demiştim bu filmin yelpazesi oldukça geniş. Göndermeler, metaforlar öyle çok ki..
Neden Steven ellerini sürekli yıkıyor, neden kendi deri kayışlı saat severken,  Martin  çelik kayışlı saat tercih ediyor, neden Martin'in annesi kocasını öldüren o ellere hayran, neden Steven ile Anna sevişmelerinin adını genel anestezi  koymuşlar, neden hastanede kamera yüksekten, tanrıların dağı Olimpostan seyredermiş gibi bir his uyandıracak çekimler yapıyor, neden Anna Martin'in ayaklarını öpüyor? 
Öyle çok soru ve öyle çok cevap var ki film boyunca. Sorular bir olsa da, sanırım cevaplar her seyredene göre farklı olacaktır. Belki beni düşündürdüğü gibi sizi de günlerce düşündürecektir cevapları bulmak.
Ama bir soru var ki..Çok merak ettiğim..Kutsal geyik kimdi sizce?...