23 Nisan 2018 Pazartesi

The Florida Project / 2017




"En sevdiğim ağaç neden bu, biliyor musun?
  Çünkü yıkılmış ve hala büyümeye devam ediyor..."
Diyordu filmin bir yerinde Monee, arkadaşı Jancey ile birlikte yıkılmış bir ağacın üstünde, yardım için dağıtılan ekmeklerine reçel sürüp yerlerken.
Çocuklar....Yarattıkları masalsı dünyaları ile zor koşullara direnebilen, kurdukları oyunlarla gerçeklerin acısını hafifletmeyi başarabilen çocuklar...
Bu filmde Sean Baker, o dünyaya, çocukların dünyasına taşıyor bizi.
Florida'da eğlence dünyası Disney World'un hemen dibindeki ucuz motellerde yaşayan çocukların dünyasına.
Adları ve renkleri ile Disney otellerini taklit eden Magic Castle ve Futureland'de yaşayan Monee, Scotty ve Jancey yakın arkadaştırlar. Okulları yaz tatilinde olduğu için kimi zaman arabaların camlarına tükürerek, kimi zaman turistlerden topladıkları bahşişlerle alabildikleri tek dondurmayı sırayla yiyerek, kimi zaman da terkedilmiş banliyö evlerini keşfe çıkarak zaman geçirmektedirler.
Monee'in annesi Halley, sürekli bir işi olmayan, turistlere ucuz parfüm satarak gelir sağlamaya çalışan, isyankar ve ama bir o kadar da kızına sevgi dolu ve yaptığı tüm yaramazlıklara umursamazlıkla yaklaşan bir kadındır.
Scotty ise çalışan bir kadın Ashley'in oğludur. Kafe'de çalışan Ashley çalıştığı mutfaktan yemek vererek Monee ve Halley'e destek olmaktadır.
Jancey'in ise onu çocuk yaşta doğurmuş olan annesi ortalarda yoktur ve anneannesi ile birlikte yaşamaktadır.
Çocukların oyunları bir evi yakmak ile sonuçlanınca, Ashley, oğlu Scotty'nin Monee ile arkadaşlığını engeller ve kendisi de Halley ile görüşmeyi keser.
Artık Monee ile Jancey ikilidir oyunlarında.
Baker, çocukların boyu hizasında tuttuğu kamerası ile bizi de bu oyunların içine alır ve bu dünyayı çocukların gözüyle izlemeye başlarız.
Zaman zaman Monee ile sokakları birlikte keşfe çıkarız, kimi zaman odasına müşteri aldığında, annesinin banyoya kapattığı Monee ile bebeğimizin saçlarını yıkarız, kimi zaman da Monee'nin doymak bilmez iştahı ile yediği yemeklere ortak oluruz.
Monee ve Halley anne kızdan çok abla kardeş görüntüsü verir bizlere..Beraber dans eden, beraber küfreden, beraber para kazanmaya çalışan abla kardeş..
Motel müşterilerine neredeyse  günün her saati hizmet veren motel sorumlusu Bobby, Monee ve Halley'e bir baba gibi destek olmaktadır. Kimi zaman onları koruyarak, kimi zaman tehlikeleri bertaraf ederek...Leyleklere yol gösterecek kadar temiz yürekli bu adam, sanki motelin kurtarıcı meleğidir.
Ama onun da yapacaklarının bir sınırı vardır elbet.
Ailelerin varlığını sürdürmek için uygun koşulları oluşturmakta kaplumbağa yavaşlığında olan hükümet, yasal olmayan bir durum karşısında aileyi bölmekte jet hızı ile davrandığında, ne Bobby'nin ne de Halley'in gücü yetmez olacakları durdurmaya.
Film sarsıcı bir final ile sonlandığında, Monee'in yanaklarından dökülen yaşların da ortağıyızdır artık.
Sean Baker, kamera kullanımı ve arka fon renkleri ile bizi bu masalın içinde dolaştırırken, masal ile gerçekleri öyle güzel ve doğal harmanlıyor ki dramatize etmeden belgesel tadında ama bir o kadar da hayatın akışı gibi seyrettiriyor anlatmak istediklerini.. Bu akış içinde, Amerika'da çoğu kişinin, kapitalist düzenin nimetlerinin hem dibinde hem de ulaşamayacakları kadar fersah fersah uzağında olduğunun çok kalınca olmadan altını çiziyor.. Aile kavramının ise artık yok olmaya doğru evrildiğinin de.. Filmde ya babasız, anneleri ile büyüyen, ya annesiz, babaları ile büyüyen çocuklar çoğunlukta.. Neredeyse, motelde yaşayanlar içinde çekirdek aileyi görmüyoruz.
Filmde çocuk oyuncuların performansı olağanüstü.. Özelllikle Monee'yi oynayan Brooklyn Prince...Hele annesini oynayan Bria Vinaite ile uyumu şaşırtıcı..
Willem Dafoe, Bobby rolünde ise muhteşem bir oyunculuk sergiliyor.. Rolüne hazırlanmak için motelde bir süre kalmış Dafoe..
Filmin adı Florida Project ise, Disneyland'in yapım aşamasındaki adı imiş...

"Dalga mı geçiyorsun, düşler mi kuruyorsun
 Öyle sonsuz, sınırsız düşler kur ki çocuğum
 Düşlerini som somut görüp şaşsınlar
 Böyle bir dalgacı daha dünyaya gelmedi desinler
 Dünyada yapılmamış işler çoktur çocuğum
 Derlerse ki bu işler bişeye yaramaz
 De ki bütün işe yarayanlar
 İşe yaramaz sanılanlardan çıkar"  Aziz Nesin

20 Nisan 2018 Cuma

Tsatsiki Dad and the Olive War ( Cacık Baba ve Zeytin Savaşı) / 2015





"Olea prima omnium arborum est.."  Zeytin, bütün ağaçların ilkidir.
Atina şehri kurulduğunda, Atina'yı hangi tanrının koruyacağı tartışılır. Bunun üzerine Zeus, Tanrılar Meclisi'ni toplar. Alınan karara göre, yeni kente en değerli armağanını veren, tanrı veya tanrıça Atina'nın koruyucusu olacaktır.
Deniz tanrısı Poseidon, rüzgar gibi koşabilen ve çok güçlü bir at yaratır. Athena'nın hediyesi ise bir zeytin dalıdır. Bu ağaç büyüyüp, yüzyıllarca yaşayacak, ağacın hem meyvesinden, hem de meyvesinden çıkan yağdan yararlanılacak, sıcak havalarda gölgesi ile insanları kucaklayacaktır.
Yarışın galibi Athena olur, zeytin ağacı Akropolis'e dikilir. Barışın, bereketin sembolü olur her daim..
Cacık, annesi İsveçli, babası Yunanlı bir çocuktur. Annesi ile İsveç'te yaşamakta, tatillerini ise babasının yaşadığı Girit'in Agios Ammos köyünde geçirmektedir.
O yaz tatilinde yine köyüne gider, babasının yanına. Ancak daha önce bıraktığı gibi değildir köyü. Çünkü ekonomik kriz vardır Yunanistan'da. Babasının işlettiği otel bomboş, köydeki çoğu ev satılık, çoğu insan işsizdir. Babası ise sahibi olduğu oteli ve zeytinliği satışa çıkarmak üzeredir. Zeytin ağaçları, çocukluğu, ailesi, kökleridir Cacığın. Hele zeytinliği satacak emlakçıdan, zeytin ağaçlarının kesilip yerine büyük bir golf oteli yapılacağını öğrenen Cacık, arkadaşı Alva ve Per Hammar ile zeytin ağaçlarını ve köyünü kurtarmak için bir plan yapar.
Film biraz çocuk filmi hafifliğinde olsa da güzel dialoglar vardı.
"Sen zeytin ağaçlarına bakarsan, onlar da sana bakar" diyordu Yanni, oğlu Cacığa...Zeytinliklerinde yeni bir zeytin ağacı dikerken...
Cacık ise arkadaşına şöyle diyordu bir ara,sirtaki oynayanları seyrederken..
" Hayat Yunan dansı gibidir. Kimi zaman içeri doğru, kimi zaman dışarı doğru dans edersin. Kimi zaman çemberin içinde kalırsın, kimi zaman da dansını yalnız edersin. Bazen de sevdiğinin yanağına yanağını dayayıp dansını sürdürürsün ömür boyu."
Filmin naifliği, hoş dialogları yanında görüntülerin güzelliği de alıp götürüyor insanı; bir an önce tatile çıkma arzusu doğuruyor. Ne muhteşem koylar varmış meğer Girit'te..
Ve bize benzer, bizim gibi düşünen, bizim gibi yemek yiyen, hatta babannesinin, Cacığı  onu öperek ve sıkıştırarak sevmesi üzerine "öpücük ve çimdik memleketi" diye tanımladığı sımsıcak memleketin, sımsıcak insanlarını görmek, iyi hissettiriyor.
Meğer bu film, yönetmen Ella Lemhagen'in aynı isimli kitaplardan kurgulanan üçüncü filmiymiş. Birinci film, Tsatsiki, Mum and Policeman , Berlin Film Festivalinde Kristal ayı ödülünü kazanmış.
Söylemeden geçemeyeceğim. Bu filmi seyrettiğimin ertesi günü Zorba balesini seyretmeye gittim.
Arka arkaya iki gece, Girit'te geçen bir öykü ve sirtaki danslarını seyretmiş oldum böylece.
Elbet Zorba ile bu filmi karşılaştırmak değil amacım, yersiz de olur zaten.
Sadece beni çok etkileyen Zorba balesinden bahsetmek yeri gelmişken..Yoksa içimde kalacak.
Zorba romanını ve filmini bilmeyen, etkilenmeyen yoktur sanırım.
Kelimelerin gücüne inandığımdan, anlatım açısından, bale benim için sinemadan sonra gelmiştir . Zorba balesine de çok çok istekli gitmedim bu yüzden. Zorba ile John'un o muhteşem dialogları olmayacaksa, nasıl bir etki yaratacaklardı ki bende?
Yanılmışım... Yanlış anlaşılmasın yanılmışlığım, dansın kelimelerin gücünü yenebileceği fikrine kapıldığımdan değil..Yanılmışlığım, kelimeler olmaksızın da beni etkilemesinden..Farklı şekilde..Farklı duygularla..Filmin ve romanın gönlümdeki yerinin hep baki kalacağını bilerek..
Sirtaki, bale figürlerinin içinde bu kadar mı güzel harmanlanır, o sirtaki seyetmeye doyumsuz bir hale gelir miymiş? Orkestranın her vuruşu ile her adım, her devinim bu kadar ahenkli olur muymuş? Hele koro.. Söylemeye başladıkları her an,kalbimi sızlatır mıymış? Bir balet, her figürü, her kol hareketi, her bacak vuruşu ile Zorba'nın ta kendisi olur muymuş?
Olurmuş.. Hepsi olurmuş...Ve balenin sonunda beş kez bis yaparlar, bütün salon ayakta alkışlarmış.
O zaman selam olsun buradan da Nikos Kazancakis'e, Mikis Theodorakis'e ve Anthony Quinn'e..














12 Nisan 2018 Perşembe

KELEBEKLER / 2018




"Bir adam, kelebekleri takip edip, ölmelerini beklemiş..Sonra ölü kelebekleri toplayıp gömmüş derisinin altına. Beklemiş birkaç gün. Sonunda kelebek kanatları çıkmış derisinden. Sonra da uçup gitmiş..."
Film, belli belirsiz bir köy görüntüsünün eşlik ettiği bu masal ile açılır. İntihar eden annelerinin çocuklarına okuduğu bir masaldır bu.
Cemal, Kemal ve Suzan, anneleri intihar edince babaları tarafından köyden yollanmışlar, başka yerlerde, bambaşka hayatlar kurmuşlar ve 30 yıldır babaları ile ilişkileri olmadığı gibi birbirleriyle de pek iletişime geçmemişlerdir.
Cemal, Almanya'da yaşayan hiç uzaya gitmemiş bir astronot, Kemal, İstanbul'da yaşayan genellikle hayvan seslendirmeleri yapan, bir kez bir dizide yan rol oynamış, günübirlik yaşayan bir adam, Suzan ise bitirmek istediği sorunlu bir evliliği olan, anaokulu öğretmeni bir kadındır..
Babalarının Cemal'i arayıp, kardeşleri ile birlikte köye gelmelerini istemesi üzerine, çok da gönüllü olmayarak, birlikte bu yolculuğa çıkar ve Hasanlar köyüne varırlar.
Daha yola çıkmadan ve yolculuk sırasında yaşadıkları, aslında bu yolculuğun,  geçmişlerine doğru yaptıkları bir yolculuk olduğunun ip uçlarını verir.. Sonrasında ise, köydeki tavukların patlaması gibi, içlerindeki öfkenin, kırgınlıkların, kızgınlıkların, affedemeyişlerin patlaması olacaktır.
Tüm bunları okurken, ağır ve kasvetli bir film olacağını düşündüyseniz eğer , ben de size ne kadar yanıldığını söyleyeceğim..
Evet, dip zeminde böylesi bir travma var.. Ama köyün muhtarının anlattığı  "Petruşka"!gibi içiçe geçmiş nice katmanlar var bu filmde..
Hüzün, komedi ve absürtlük öylesine ince ince harmanlanmış ki, film boyunca hiçbir ağırlık hissetmediğiniz gibi, zaman zaman kahkahalar atacak kıvama geliyor, arada düşünüyor, kimi zaman da hüzünleniyorsunuz. Ve bu geçişleri yaşarken yorulmuyor, daralmıyor ve filmin sürpriz finali ile kelebekler kadar hafif kalkıyorsunuz koltuklarınızdan.
Cemal'in " bu köydekilerin hepsi deli" dediği gibi, sanki gerçek olamayacak kadar masalsı ama masal olamayacak kadar da bizi sarsan insanlar var bu köyde.
Mesela dini sorgulayan, nerdeyse ateist bir imam var..
İnanmadığı duaları okumayı reddediyor. Köylülerin yağmur duasına çıkma isteğine karşı diyor ki onlara " Varsayıyoruz ki bu evreni, bu kadar galaksiyi, samanyolunu, gezegenleri, yarattı. Oradan dünyayı seçecek, Türkiye'ye gelecek, Hasanlar'da senin yağmurunla uğraşacak. Sen dünyanın dengesini boz boz, sonra dua et. Uğraşmaz kardeşim, uğraşmaz, bırakın Allah'ı.. Allah lükstür lüks!"
Sonra köyün aklı kıt ama üç kuruşluk aklı ile felsefe yapmaya kalkan muhtarı, muhtarın doğrucu davut karısı ve finaldeki kör çoban..
Yönetmen Tolga Karaçelik bir röportajında şöyle diyor. " Öyle tuhaf zamanlarda yaşıyoruz ki; sosyal medyada kedi videosu izliyorsun, altında politik bir video görüyorsun, sonra üzüleceğin, bir kadına şiddet videosu görüyorsun, sonra komik birşey.. Bunların hepsi alt alta duruyor, sen de birbiri ardına izliyorsun, sonra da hiçbirşey olmamış gibi hayata devam ediyorsun. Ben de bunu aynı filmin içinde yapmayı denersem, belki de yeni bir anlatım dili olabilir diye düşündüm"
Film tam olarak böyle.. Böylenin de ötesinde..Hiçbirşey abartılmıyor. Ne hüzün, ne dram, ne de komedi..En doğal halinde...Olması gerektiği gibi..Yaşamın kendisi gibi..
Evet mesajlar var. Çok gözümüze sokmadan, yumuşak yumuşak, inceden inceye..
Din ve aile kavramına yönelik sorgulamalar var mesela..
Yanında tavuk patlayıp yüzü, gözü kan ve tavuk parçalarına bulaşmış Kemal'in uzun süre böyle dolaşabilmesi, bundan ne kendinin ne de diğerlerinin rahatsız olmaması mesela...Sanki bu ülkenin çoğu insanı gibi...
Babalarının gömülmesi esnasında üç kardeşin içlerindeki kızgınlıklarını haykırırken kelebeklerin uçmaya başlaması mesela.. Hepimizin içini ağırlaştıran ve giderek yenileri eklenen ağırlıklarımızdan, yüzleşerek, affederek kurtulabileceğimiz gibi...
Belki de babaları, özellikle kelebeklerin ölme zamanını vasiyet etmiştir gömülmek için...Karısının intiharı ile içine hapsettiği kelebekleri özgürleştirmek için; kimbilir..
Ben, bu film ile keşfettim Tolga Karaçelik'i.. Ve hayran kaldım.
Müzik seçimleri de öyle isabetliydi ki...
Erkut Taçkın'dan "Baba" , Nazan Öncel'den "Gidelim Buralardan" ve finalde Barış Manço " Binboğanın kızı" ... Öyle doğru yerlere konmuş ki sanki o şarkılar bu film için yazılmış yıllar önce..
Oyuncular, özellikle Kemal'i oynayan Bartu Küçükçağlayan, Suzan'ı oynayan Tuğçe Altuğ, imamı oynayan Hakan Karsak müthiş...Ve diğerleri de...
Biliyorum ne kadar yazarsam yazayım eksik birşeyler kalacak bu filme dair..
Mutlaka gidin, izleyin...Anlayacaksınız...