27 Kasım 2020 Cuma

Denize Açılan Pencere (Window to the Sea) 2019



"Kuş ölür, sen uçuşu hatırla"  Füruğ Ferruhzad

Eğer, çok az bir ömrünüz kaldığı söylenseydi size, bu kısacık zamanınızı nasıl geçirmek isterdiniz sorusu belki çoğumuzun aklına defa defa gelmiştir. Sanıyorum cevaplar da çoğunlukla, içimizde ukde kalan şeylerdir. Ya cesaret edip yapamadığımızdan, ya zaman bulamayıp ertelediğimizden, ya da bizi mıhlayan görünmez bağlarımızı koparamadığımızdan. Belki de aslında hep yaşamımızı sonsuzmuş gibi algılayıp, öyle olmadığı ile yüzleştiğimiz o an, tüm yapamadığımız şeylerin aklımıza gelmesinden.
Maria, İspanya Bilbao'da yaşayan, orta yaşlarını geçmiş bir kadın. Evli bir oğlu ve iki torunu var. Yaşamı hakkında pek bir şey bilmesek de, orkestrada çaldığını tahmin edebiliyoruz küçüçük bir pencere arkasından gördüklerimize dayanarak. Yalnız yaşıyor ve  samimi iki kız arkadaşı var. Bir gün Maria hastalanıyor ve doktorundan kanser olduğunu ve çok az bir ömrü kaldığını öğreniyor. Bundan sonrası belki kimimizin hayatında ve çokca da filmlerde gördüğümüz süreç. Ama Maria bu süreci daha başında kırıyor ve iki kız arkadaşı ile Yunanistan'a tatile gidiyor. Sadece iki kemoterapi arasında kendine verdiği bu kısacık tatil, kimseye kulak asmadan, kendi yolundan gittiği hayatının seçimine dönüşüyor.
Belki de hayatının hiçbir döneminde yapamadığı özgür bir seçim.
Film hakkında anlatacak pek bir şey, derin analizler yapacak bir durum yok aslında. Ama iyi hissettiriyor seyrederken. Elbette görüntü yönetmeninin,  çok güzel olan bir adada harika çekimlerinin de katkısı çok bunda.
Filmde çokca pencere var. İrili, ufaklı pencereler ve pencerelerin ardındaki Maria. Ve genellikle hep puslu görüntüler. İlk kez o adada ışıl ışıl bir penceresi oluyor Maria'nın, denize açılan.
Film, İspanya Yunanistan ortak yapımı. Maria'yı oynayan Emma Suarez yine çok iyi bir performans gösteriyor. Yine dedim..Çünkü, seyredenler hatırlar, Almodovar filmi Julieta'daki oyunculuğu ile.

"Ben maviye inanırdım
Boynumdaki yorgun damarların mavisine
Beyaz dalgaları omuzlayan deniz mavisine
Denizin bittiği yerde başlayan göğün mavisine inanırdım
Bi de ensemdeki dövmeye inanırdım
Kuş ölür, sen uçuşu hatırla"


26 Kasım 2020 Perşembe

Snijeg (Snow) /2008



"Çocukları küçük kurşunlarla öldürürler, değil mi anne?"

İnsanlık tarihinin en acı sayfalarından biridir Yugoslavya iç savaşı  ve bu savaş sırasında Boşnaklara yapılan soykırım. Savaş sırasında tahmini olarak 150 bin ile 260 bin arası insan, hayatını kaybetmiştir. Sırp Cumhuriyet ordusunun Srebrenitsa'ya karşı giriştiği Krivaya 95 harekatı sırasında en az 8372 Bosnalı öldürülmüş, bunlardan bir kısmının da, kadınlar ve çocuklar olduğu kanıtlanmıştır. Avrupa'daki hukuki olarak belgelenmiş ilk soykırım olma özelliğini taşıyan Srebrenitsa soykırımı, 2. Dünya Savaşı'ndan sonra gerçekleşen en büyük toplu katliamdır.
Her savaş kötüdür. Her savaş yıkımdır. Her savaş insanlığın trajedisidir.
Sadece savaş sırasında değil, savaş sonrasında da toplumsal travma bırakır tüm yaşanılanlar. Bu toplumsal travmanın aşılmasında, toplumsal hafızadaki yıkıma dair anıların yapılandırılması için, sanat kullanılan yollardan biridir. Bu yüzden sinemanın dili çokca kullanılmıştır.
Boşnak yönetmen Aida Begiç de sinemanın dilini kullanmış, bu acıyla yüzleşmek ve geride kalanlara, ses olabilmek için.
Kar,  bir Boşnak köyünde geçiyor. Eşlerini, oğullarını savaşta kaybetmiş, acıları hala gözlerinde duran bir avuç kadın, erik reçeli ve turşu yapıp satarak hayatta kalmaya çalışıyorlar. Yanlarındaki erkekler ise, köyün en yaşlı erkeği ve katliam sırasında şahit oldukları yüzünden konuşamayan küçük bir oğlan çocuğu. Bir de birkaç küçük kız çocuğu var yanlarında, anne ve babalarını savaşta kaybettikleri için baktıkları.
Kayıplarının bedenlerinin bile nerde olduğunu bilmeyen bu kadınların beyinleri reddetse de, sevdiklerinin birgün çıkıp geleceklerini, kalpleri hala umutla bekliyor onları. Sanki araftalar gibi. Gözleri sevdiklerinin yanına ölüme yatmış da,  kendileri hayat kaldığı yerden devam ediyormuş gibi devinim içindeler.
Birbirinin aynısı, acı ile harmanlanmış günler birbirini kovalarken, bir gün Sırp bir adam gelir. Köylerini bir şirketin satın almak istediğini söylemek için. Daha önce komşu, sonra düşman oldukları bu adam, savaşta alamadıkları bu köyü, şimdi para ile almak istemektedir.
Daha iyi bir gelecek için, sevdiklerinin anılarını barındıran bu topraktan vazgeçecekler mi köyün kadınları, yoksa Alma'nın dediği gibi "daha iyi bir hayat burada, köyümüzde" diyip karşı mı çıkacaklar bu satışa?
Yönetmen Bergiç, dramatize etmeden, yalın bir şekilde gösteriyor bize bu kadınların hikayesini. İç ve dış çekimlerdeki ayrıntılarda,  savaşın yıkımını ve hala hissedilen savaş buradaydı ve hep burada olacak hissini, keza kayıpların acısının da hep sürdüğünü ve tüm bunlara rağmen kadınların gücünü ince ince işliyor.
Yönetmen, dramatize etmekten kaçınsa da, film beni çok çarptı.
Çünkü insan savaşın ne olduğunu, ancak bittiği zaman anlar.



9 Haziran 2020 Salı

Berlin Alexanderplatz ( Berlin Akexander Meydanı) / 2020


Berlin Alexanderplatz (Berlin Alexander Meydanı) /2020
Yönetmen: Burhan Qurbani

"Hikayesini anlatmaya koyulmuş mülteci
Hiçbir şey hissetmez sigarası parmaklarını yaktığında
"Burada" olmanın dehşetine dalmıştır artık
Tüm o "orada" lardan sonra, istasyonlardan, limanlardan, teftiş memurlarından ve sahte evraklardan sonra.
Asılmıştır ayrıntılar silsilesinden, daracık halkalar içinde lif misali örülmüş kaderi
Darlığıdır göğsünde kabuslar birikmiş ülkelerin.
Etrafta kaçakçılar, göçmen mafyaları ki bana soracak olursan çok daha iyidir hepsi "hiçbir yer" de olmayan çürük bir teknenin üstünde süzülen aç martılardan.
Ki bana soracak olursan göçmen bürolarındaki o ebedi bekleyişleri söylerim sana ya da ne kadar gülümsemiş olsan da gülümsemene karşılık vermeyen yüzleri
Bunun en iyi hediye olduğunu kim söyledi?
Bana soracak olursan, insanlar derim, "her yerde" ve "her yerde" taşlar. "Serkun Bulis"

Film Gine Bissau'lu Francis'in hikayesi. Francis kendisine göçmen denilmesini istiyor, sığınmacı yerine. Tam olarak nasıl olduğunu bilmediğimiz, sadece denizden çıkışına şahit olduğumuz uzun  ve zorlu bir yolculuktan sonra Almanya'ya gelen Francis'in tek istediği Alman pasaportuna sahip olmak ve orada insanca bir yaşama sahip olmak.
Tüm bunları elde ederken de iyi bir insan, daha iyi bir insan olmak.
Ancak ötekilerin iyi insan olması, öteki olmayanlara göre daha zor, daha engebeli ve hatta daha mümkünsüz bazen..
Francis ne kadar dirense de iyi olabilmeye; ötekiler ötekileri görür ancak.  Reinhold, uyuşturucu satıcısıdır. Francis onun yanına, ilk başta yemek pişirmek ve Reinhold'un sıkıldığı kadınlarını eğlemek için girse de, sonraları işin rengi değişecek ve Francis tehlikeli sularda yüzmeye başlayacaktır. Gece klubü sahibi, onun travesti sevgilisi ve aşık olduğu eskort kadın onu korumak isteseler de çoğu zaman, Francis'in içindeki para kazanmak ve güç elde etmek arzusu onu korumalarına yetecek midir? Francis'in inişleri, çıkışları, kazandıkları ve kaybettikleri ona gerçek isteklerini verebilecek midir?
Filmin konusunu, seyredecekler için keyif kaçırıcı olmaması için burada bırakıyorum. Ama filmin sonunda mutlu edici bir sürpriz olduğunu da ekleyeyim.
Film, Alfred Döblin'in aynı adlı romanının üçüncü uyarlaması.
Döblin'in Berlin Alexanderplatz romanı 1929'da yayımlanmış. Roman, Franz Biberkopf'un hikayesi üzerinden o yıllardaki Almanya'nın siyasal ve ekonomik sorunlarını ve yoksulluktan çaresiz kalan insanların faşizme sığınışlarını anlatır.
Roman ilk kez 1931 yılında Phil Jutzi tarafından sinemaya uyarlanmış. 1980 yılında ise Fassbinder tarafından yaklaşık 15 saat süren 13 bölümlük yeni bir uyarlaması çekilmiş.
Romandan yaklaşık 100 yıl sonra, romanın günümüze uyarlamasını çekmenin çok cesaret isteyen bir iş olduğunu söylemeliyim.
Yönetmen Burhan Qurbani'nin filmi 5 bölüm ve 1 epilogdan oluşan 3 saatlik bir süreyi kapsıyor.
Görüntü yönetimi çok başarılı, renkler ve görüntüler sinema şöleni sunuyor bize.
Ancak filmin sinematografisi mi iyi değildi yoksa benim ruh halim mi, filmi ara vere vere seyrettim. Belki de bu günlerde sarsıcı durumlara dayanma gücümüzün azalması ile ilgili olabilir, bilemiyorum.
Oyunculuklar ise çok iyiydi. Özellikle Reinhold karakterini oynayan Albrecht Schuch müthiş bir performans gösteriyor. Karakter derinlikleri daha iyi olabilirdi.  Mülteci sorunları da çok geri planda kalınca vasat bir gangster öyküsü hissi verdi bana.
Hem 1931 yılındaki hem de 1980 yılındaki uyarlamaları seyretmediğimden karşılaştırma imkanım olmadı. Ancak bulduğum bilgiler Fassbinder'in uyarlamasının çok iyi olduğu yönünde. 15 saatlik süre biraz korkutsa da seyretmeli sanırım.
Bence, filmin özeti filmin içindeki bu replikte saklı...
"Önemli olan başına ne geldiği değil, onunla ne yaptığındır."

Kim Ji-Young:Born 1982/2019




Kim Ji-Young:Born 1982
Yapım yılı:2019

"Kadınların kaburgadan yapıldığına, kadınları bile inandıran neydi Birhan?
 Asıl mesele diyorsan buraya dönelim, şimdiye
 Söyle artık başımıza bu işleri açan yine erkekler değil miydi?
Dönelim Van'da bir kadına, dönelim Mardin'e, dönelim İzmir'e
Dönelim Birhan bak geç oluyor evimize dönelim
Bize bunları söyleten neydi, gülerken ağız kapatmayı, ağlarken saklamayı
Her lafa karışmamayı, yazmamayı Birhan, çizmemeyi bize dayatan kimlerdi
Giydiğimiz etek boyuna, doğuracağımız çocuğa karar verenler kim
Kadınlar ilk sevişmesinde neden babasının yüzünü gördü
Küçücük kızlar dedesi yaşındaki adamlarla neden
Neden genelevler var, neden bir kadın otobanda
Ütü reklamında bir kadın çıplak
Otomobil fuarında bir kadın öyle arabalar üstünde, neden
Doğum günlerimizde bize mutfak robotu hediye edenler kimlerdi
Şakağımıza silah dayayanlar kimler, kimlerdi Birhan? "
Kadın şiddetine bir ağıt/Birhan Keskin-Aslı Serin

1982 doğumlu Kim Ji-Young filmini seyrettiğimde, yurdumda bir kadının hikayesini izlemiş gibi oldum. Çünkü o kadar çok ki yanımda, yöremde, bende Kim Ji-Young'un hayatından izdüşümler.
30'larında, evli, küçük bir bebeği olan bir kadın, filmimizin kahramanı. Doğum yaptığı için çalışma hayatını noktalamış. Hayatı ev işleri, bebeği, eşi arasında geçerken giderek psikolojik sorunları başlar. Olduğu kişi ile olmak istediği kişi arasındaki çatışma onda kişilik bozukluğuna yol açar.
Bu problemleri ortaya çıkınca eşi ona yardım etmek için çeşitli yollar denemeye çalışsa da Güney Kore'de aileler çekirdek aile değildir. Bizdeki gibi...Kendi ailesi ve eşinin ailesi de devreye girince işler daha da zorlaşacak ve Kim Ji-Young'un sorunları artacaktır.
 Keyif kaçırıcı olacağından filmin hikayesinin bundan sonrasını anlatmayacağım.
Anlatabileceğim kadının hikayesi. Güney Kore'de olsun, Türkiye'de olsun ne kadar benzer hikayeler.
Doğduğuna kız olduğu için sevinilmeyen, eğer erkek kardeşi varsa eğitim önceliği ona verilmeyen, hatta erkek kardeşi okusun diye çalışan kız çocukları. Suyunu bile kalkıp almayan erkek kardeşlerine hizmet eden, anne, babasına hizmet eden ama yine de erkek kardeşi kadar sevilmeyenler.
Taciz edildiğinde, babasının güvenli kollarında medet ararken, babası tarafından eteğinin boyu kısa ya da gülümsemişsindir de ondandır diye hep kabahat bulunanlar.
Evlendiğinde çocuğu yapma zamanını kendisinin istediği zaman değil de, ailelerin baskısına göre karar verenler.
Her tatilini eşin ailesinin yanında kayınvalidesine mutfakta yardım ederek geçirenler.
Yorgunluktan ölse bile yorgunum diyemeyenler.
İşyerindeki erkek arkadaşlarının sohbetlerine cinsel malzeme olanlar, ama işlerini kaybetmemek için  seslerini çıkaramayanlar.
Çocuğuna bakacak kimsesi olmadığı için, kariyerini noktalamak zorunda kalınca da, dışarıdaki insanların gözünde koca parası yiyen parazit oldukları düşünülenler.
Dedim ya bu benim, senin, çoğu kadının hikayesi, yenilgisi, başkaldırısı, kimi zaman yerden yere vuruluşu, hatta kimi zaman öldürülüşü.
Filmde Ji-Young'un bilinçsiz de olsa, psikolojik bir kişilik değişimi yaşarken, karşı çıkışları ve karşı çıktığı kişiler ile olan diyalogları beni çok etkiledi. Çocukluğundan beri yaşadıklarının bilinç altından, başka bir kimlikle bilinç üstüne çıkışı gibiydi adeta.
Ve Ji-Young'un eşi ve annesi. Eşi, öğretilmiş kalıplara, kültürel değerlere ve annesinin baskılarına rağmen doğru yerde durabildi.
Anne ise.. Ah o kocasına, yılların biriktirdiği isyanını haykırışı. Kadının gücü bu işte diye bir kez daha gösterdi bana.
Film, aynı adlı bir romandan uyarlama. Yayınlandığı 2016 yılında çok ses getirmiş ülkede.
Filmin yönetmeni bir kadın Kim Do-Young. Oldukça başarılı bir iş çıkarmış. Zor bir konuyu duru, akıcı ve sakin bir üslupla anlatmış.
Seyredin derim..
"Dünyaya bir kadın eli değse
 Şöyle ağır bir halı gibi çırpılsa
 Tozlar havalansa" Didem Madak

26 Nisan 2020 Pazar

SIDEWAYS /2004

SIDEWAYS (2004)
Yönetmen:Alexander Payne

"Her zaman sarhoş olmalı
Her şey bunda; tek sorun bu.
Omuzlarınızı ezen, sizi toprağa doğru çeken zamanın korkunç ağırlığını duymamak için durmamacasına, sarhoş olmalısınız.
Ama neyle?
Şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz.
Ama sarhoş olun..." Charles Baudelaire / Paris Sıkıntısı

Alıp başını uzaklara gitme isteği, hiç bu kadar derinden hissedilmemişti herhalde, bu günlerdeki gibi... İstemek ama sadece pencerelerimizden, ve ancak penceremizin olanak verdiği kadar uzağa bakabilmek hiç bu kadar mutsuz etmemişti hiçbirimizi.
Yollarda geçen bir film aradım kendime bu yüzden. Ve karşıma bu film çıktı. İyi ki...
Miles ve Jack üniversite yıllarından iki arkadaş. Miles, iki yıl önce boşanmış ama hala boşanmanın sancılarını atamamış, hayata hep kötümser tarafından bakan, depresif bir adam. Jack ise tam tersi, günlük yaşayan, günlük ilişkileri seven, dışa dönük bir yapıda...
Jack'in bir hafta sonra düğünü olduğu için, Miles bekarlığa veda olarak bir haftalığına Kaliforniya şarap bağlarına bir gezi düzenliyor. Amacı birlikte bağları gezmek, güzel şaraplar tatmak ve golf oynamaktır. Ancak Jack'in bu süreyi, evlilikten önce kadınlarla ne yapsam yanıma kardır diye değerlendirmek istemesi, geziyi daha farklı maceralara taşır.
Müthiş manzaralar eşliğinde şarap bağları, şarap tadımları, ilişkiler, arkadaşlıklar, insan hallerine dair diyaloglar ve küçücük detaylar ile film başından sonuna insanı sarıp sarmalıyor, keyifle izlettiriyor. Zaman zaman kahkaha attırıyor, zaman zaman hüzünlendiriyor.
Hiç abartıya kaçmadan, o bir haftasını seyrediyoruz iki arkadaşın. Ne öncesi var ne de sonrası. Sadece o bir haftalık bir yaşam kesiti.
Yönetmen Alexander Payne çok iyi iş çıkarmış. Keza oyuncular Paul Giamatti ve Thomas Haden Church de öyle..
Daha çok, dialoglar ile giden bir film olduğu için, keyif kaçırıcı olmaması adına filmden daha da söz etmek yerine Maya'nın şarap hakkındaki sözleri ile yazımı noktalamak en güzeli.
"Şarap içtikçe, bana düşündürdüğü şeyler hoşuma gitmeye başladı. Şarabı düşünmeyi severim. Nasıl canlı bir şey olduğunu... Üzümlerin yetiştiği yıl olanları düşünmeyi severim. Güneşin nasıl parladığını... Yağmur yağıp yağmadığını... Üzümleri yetiştirip toplayan insanları düşünmeyi severim. Eğer yıllanmış bir şarapsa, kaçının ölmüş olduğunu... Şarabın sürekli gelişmesini severim. Bugün açtığım şişenin, başka bir gün açsaydım nasıl farklı olacağını... Çünkü bir şişe şarap canlı bir şeydir. Sürekli gelişir ve karmaşıklaşır. Tepe noktaya ulaşana kadar. Ama sonra yavaşca bozulmaya başlar."
Bugünlerin karamsarlığından uzaklaşmak istiyorsanız, alın yanınıza sevdiğiniz bir şarabı, bu filmi seyredin derim ben.

İşe Yarar Bir Şey /2017



IŞE YARAR BİR ŞEY (2017)

"Nedir dil?
Bir trendir ki
Aynı zamanda yol, yolculuk ve varıştır." Adonis

Ahmet Haşim, Gurebahane-i Laklakan (Leylekler Bakımevi) isimli eserinde Fransa'daki Mavi trenden bahsederken şöyle anlatır. "Paris'ten Deauville sahillerine giden Mavi tren sırf pratik bir endişeden dolayıdır ki mavi renge boyanmıştır. Mavi tren, Deauville'den gelirken, zannedilir ki, birlikte mavi deniz ve mavi gökyüzü parçalarını da Paris'in karanlıklarına getiriyor ve Mavi tren için Paris'ten bilet alan bir adam, zanneder ki mavi bulutlardan yapılmış bir nakil vasıtasına binerek mavi gökyüzü ve mavi deniz iklimlerine gidiliyor."
Gençliğimin Mavi treni ise, beni Ankara'dan Haydarpaşa'ya, oradan da Karaköy vapurunun martılarına , upuzun geçen bir gecenin sabahında, derince içime çektiğim iyotla karışık yosun kokusuna kavuşturan büyülü bir araçtı.
Çok severdim o aheste yolculuğu. Durduğu her durakta, burnumu buğulu camlara yaslayarak duraklardaki insanlara, gözümün görebildiği evlere bakarak onların hayatlarını hayal etmeyi, burada yaşasaydım eğer hayatım nasıl olurdu acaba diye düşünmeyi severdim. Hayatın daha ağır aktığını hissettiğim trende, camdaki yansımama bakarak ben de düşüncelerimi yavaşlatır, kimi zaman sonuna kadar yanan kaloriferin rehaveti ile uykuya dalar, çoğu zaman da orada geçen zamanları daha da uzatabilmek için yemekli vagona giderdim. En sevdiğim şey o restorana ulaşmak için verilen mücadeleydi, sağa sola yalpalayarak, vagonlar arasındaki kapıları açıp kapatarak restorana ulaşır ve şanslı isem boş bir masaya otururdum. Boş olmasa da ne gam.. Elbet bir kişilik boş bir yer olurdu, sizi hiç yabancılamayanların arasında. Kimi usul usul rakısını içerdi mezesiyle beraber, kimi eni konu yemeğini yerdi. Öğrenciler genellikle bira içerlerdi, şen şakrak sohbetlerine eşlik ederek...
Sonra mavi trenleri kaldırdılar bu hattan, yerine hızlı trenler geldi. Unutuldu gittiler..
Meğer hiç unutmamışım. Bu filmi seyretmem ile beynimin en derinlerinden çıkıverdiler. En küçük detaylar bile orada saklı duruyormuş sadece, hatırlanmayı bekler gibi.
Film, Leyla'nın İzmirdeki okul arkadaşları ile 25 yıl aradan sonra bir araya gelmek için çıktığı tren yolculuğu ile başlar. Canan ile bu yolculukta tanışır. Aslında birbirinden tamamen farklı iki kişi olan, hayatlarının hiçbir kesişim noktası olmayan şair Leyla ile hemşire Canan yolculuklarının sonunda belki hayatları boyunca unutamayacakları bir durumu birlikte üstleneceklerdir.
Yavuz, boynundan aşağısı felçli, tüm hayatı, Kordon'da denize bakan bir evin penceresinden denizi, oradan geçen insanları seyretmek ve komşusu Çellocu kızı dinlemek olan, hayatını sonlandırmak isteyen ama bunu kendi kendine yapamadığı için yardım isteyen bir adamdır.
Leyla, tüm yolculuk ve sonrasında gözlemcidir aslında. İnsanları, evleri, renkleri gözlemler. Durumları gözlemler. Kendi hakkında dediği gibi, ileri bakmaz, sağına, soluna bakmayı tercih eder. Canan ise kafası karışık, hayat acemisi, hayallerini oldurmak için yapmak zorunda kaldığı görev omuzlarına ağır gelmiş, trenin penceresinin camına bir kez bile bakıp saçını düzeltmemiş bir genç kadındır.
Ve ikisi, yolculuğun sonunda, kendilerini Yavuz'un tüm hayatını geçirdiği yatağının karşısında bulurlar.
Filmin sonu seyirciye bırakılmış. Zaten önemli olan, cevabın ölüm ya da yaşam olması değil bana göre. Yaşamın detayları. O sarı çiçeğin bir daha görülüp görülmeyeceği. Karganın bizim yanımıza gelip gelmeyeceği. Ya da tren arızalandığında trenin yanında beklemenin güvenliği mi, yoksa gecenin karanlığında ve ayazında koşa koşa gidilen kahvedeki sıcak çayın güzelliği mi? Seçim size kalmış.
Pelin Esmer ve Barış Bıçakcı şiir gibi bir film yapmışlar. Pelin Esmer bir röportajında şöyle demiş zaten "Şiirin başıbozuk haline, yan yana gelmez kelimeleri yan yana getirme özgürlüğüne, anlamasan da olur, sen hissettiğine bak tavrına özenip bu filme kalkıştım biraz da. Şiir yazamıyorum, bari filmi şiire benzetelim dedim." Benzemiş de...
Görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki ise her zamanki gibi olağanüstü iş çıkarmış.
Leyla'yı oynayan Başak Köklükaya bu rolü oynamasaydı başka kim daha iyi oynardı, sanırım kimse.. O kadar iyi yakışmış rolüne ve o kadar iyi can vermiş Leyla'ya.
Yiğit Özşener ve Öykü Karayel de rollerini hakkını fazlası ile veriyorlar.
Ne denir başka, böyle güzel bir filmden sonra. Ancak Barış Bıçakçı'nın bu film için yazdığı dizelerle noktalanır bu yazı.
"Yaşamak çukur yerlere doluyor diyorlar
Bu yüzden yıkıntıya dönüşse de yaşıyormuş insan
Ama hep yıkıldığımız yeter sevgilim
Biraz da kekik toplayalım"

4 Şubat 2020 Salı

Jojo Rabbit (Tavşan Jojo) 2019



“Boynuna o yeşil fuları sarma çocuk
 Gece trenlerine binme
 Kaybolursun
 Sokaklarda mızıka çalma çocuk
 Vurulursun” 
 Attila İlhan

Yahudi kıza soruyor ya Jojo “ Yahudiler nerede yaşar?” diye.. Yahudi kız, kağıda Jojo’nun kafasını çizip gösteriyor “ işte burada” diye..
Beynimizde yaratıyoruz tüm ön yargılarımızı, tüm saplantılarımızı, tüm sınırlarımızı ve tüm bağlılıklarımızı.
İşin en dehşetli kısmı ise, filmdeki 10 yaşındaki Jojo gibi, çocukların herhangi bir lidere, ideolojiye ya da dine körü körüne bağlı hale getirilmesi.
Ayakkabılarını bile kendi kendilerine bağlayamayan çocuklar onlar oysa ki..
Film, Nazi döneminde 10 yaşındaki Jojo’nun gözünden bize o dönemi gösteriyor. Jojo’nun en yakın arkadaşı, daha doğrusu hayali arkadaşı Hitler. 
Babası savaşta, annesi ile yaşıyor ve en büyük korkusu Yahudiler.
Bir gün evinin çatı katında, Yahudi kız Elsa’yı buluyor. Günler geçtikçe Jojo, bir taraftan çocuk masumluğu ile Elsa’yı sevmeye başlarken, bir taraftan da dışarda savaşın ve faşizmin tüm gerçekliği yaşanmaktadır.
Yönetmen Taika Waititi tüm bunları anlatırken müthiş bir iş çıkarmış. Yaşanan Nazi mezalimini çok başarılı bir şekilde komedi ve absurdite ile harmanlamış. Hitler, yüzbaşı, polis şefi ve de diğerleri, inanılmaz absurd ve bir o kadar da düşündürücü tiplemeler olmuş. 
Belki de en normal ve filmin rasyonelliğini oluşturanlar Jojo’nun annesi Rosie ile Yahudi kız Elsa..
Ve yönetmen tüm bunları yaparken düşünmeden edemiyor insan,  bu seyrettiklerimiz her mekan ve her zamanda yaşananlara ne kadar da benziyor..
Çocuk oyuncu Roman Griffin Davis ve Yorki’yi oynayan Archie Yates’e ne desem eksik kalacak. Oyunculukları ve tatlılıkları, onlara kocaman sarılma isteği uyandırdı bende. 
Scarlet Johansson çok iyiydi. Ve keza Sam Rockwell de..
Ve bence, savaşın tüm dehşetini sesizce izleyen çatı katlarının pencereleri de...
Filmin sonunda Yorki diyor ki Jojo’ya
“ Evet, biliyorum Nazi olmak için kesinlikle hiç uygun bir zaman değil”
Ve filmin kapanış müziğindeki o sözler
“ Hiçbir duygu nihai değildir” 
Evet Yorki ve Jojo.. 
Hiçbir duygu nihai değildir. Hiçbir durumda..
O zaman.. Haydi, özgürce dans etmeye...

5 Ocak 2020 Pazar

Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi ( Portrait of a Lady on Fire) / 2019



“Homeros’un ilham perisi Calliope’nin oğlu Orpheus o kadar yetenekliymiş ki, lirini çaldığında müziğinin büyüsüne kapılmayan hiçbir canlı bulunmazmış.
Orpheus, güzeller güzeli orman perisi Euridice’ye aşık olmuş. Ama,düğünlerinde bir yılanın sokması ile Euridice ölmüş. Çok sevdiği karısının ölümü ile acılar içinde kıvranan Orpheus yerin altındaki ölüler diyarına gitmeye ve eşini geri getirmeye karar vermiş.. Gitmiş de...Ölüler diyarının kralı ile bir antlaşma yapmış karısını dünyaya geri götürmek için. Kural şuymuş.. Orpheus yeryüzüne ulaşana kadar arkasına, Euridice’ye bakmayacakmış. Ancak Orpheus merakını yenememiş, dönüp arkasına bakmış ve karısının ebediyen ölüler diyarına gitmesine neden olmuş.
Orpheus artık iflah etmemiş, divane dolaşarak lirini çalar durmuş. Bir daha kimseye aşık olmamış. Ve bir gün aşklarına karşılık vermediği kadınlar tarafından öldürülmüş. Çok sevdiği eşine kavuşmuş artık.”
Bu Yunan mitini hiç duymamıştım. Ta ki bu filmi seyredene kadar.
Ama filmi seyretmeden önce de biliyordum bazen aşkın vazgeçmek olduğunu. Bazen karşımızdakinin mutluluğu için, huzuru için giderken arkamıza bakmamız ve böylece onu sonsuza kadar anılar diyarına göndermemiz gerektiğini. Çünkü Heloise’nin dediği gibi belki de aşık olduğumuz demiştir “ bana bak” diye..
Film 4 kadının öyküsü. Marianne, Heloise, anne ve hizmetçileri Sophie..
Film ilerledikçe annenin devreden çıkarak üç kadının dayanışmasını izliyoruz, aşk ile birlikte.
Film 18. yüzyılda geçse de bu öykü her devrin öyküsü. Erkek egemen dünyasının kurallarına baş eğen, eğmiş gibi gözüken ve karşı çıkanların öyküsü.
Ve hep bedel ödemek, vazgeçmek ve acı çekmek zorunda kalan kadınların öyküsü.
Bu öyküyü öyle şiirsel sunmuş ki yönetmen Celine Sciamma bize..
Muazzam görüntü ve çekimlerle birlikte, yapay bir ışıklandırma kullanmadan, şöminenin aydınlığı, mumların alevi ile büyülü bir atmosfer oluşturmuş görüntü yönetmeni de..
Oyuncuların özellikle Adale Haenel ve Noemie Merlant’ın oyuncuğu ise muhteşem. Çok konuşulmayan ama bakışların ve beden dilinin ön planda olduğu sahneler olağanüstü..
İki sahne benim için unutulmaz.. Biri kürtaj sahnesi ki yaşam, ölüm, pişmanlık duygularını bu kadar iyi veren bir kürtaj sahnesi izlemedim desem yeri var.
Ve yine filmin sonunda, duyguların boşalımının( katarsis) bu kadar etkileyici olduğu bir sahne az bulunur..
“ Ah mine’l aşk
   Kalbe düşmüş üç harfli bir imza
   Bu nasıl bir ah ki; asırlar geçse de 
   dinmeyen sonsuz bir sevda, koca bir 
   muamma
   Ah mine’l aşk” İskender Pala