26 Ocak 2016 Salı

SOLACE / 2015


Film, Solace kelimesinin anlamı ile başlıyor. İsim olarak, kederin sıkıntının, hüznün tesellisi, fiil olarak ise, teselli etme, yatıştırma, rahatlama anlamları varmış.
Fimde, bir yanda bir seri katil var. Onulmaz hastalığa sahip olan insanların acı çekmemeleri için, onları en mutlu eden ritüellerle ve ne olduklarını bile anlamadıkları hızlı ve acısız bir ölüm şekli ile öldüren bir seri katil bu. 
Öbür yanda ise FBI dedektifleri ile geçmiş ve gelecekteki tüm olasılıkları hesap ederek , en kuvvetli olasılığa, sezgisel güçlerini katıp hem geçmiş hem de geleceği görebilen bir doktor var.
Doktor John, yakınlarda kızını lösemiden kaybettiği için, inzivaya çekilmiş ama yakın arkadaşı olan dedektifin ısrarlarına dayanamayarak, onlara bu olayın çözümünde yardım etmeye başlıyor..
Konu çok şaşırtıcı değil...Keza filmin gidişi de öyle.. Kurgu eh işte denilecek cinsten..Hani illa seyredin, seyretmezseniz çok şey kaçırırsınız diyemem..
Amaaa...Benim gibi iflah olmaz bir Antony Hopkins hayranı iseniz, mutlaka seyredilesi. Yine döktürüyor usta oyuncu. Colin Ferrell de artı bir bonus...
Film, Kuzuların Sessizliği filmini çok çağrıştırıyor. Yine derinliği olan, yine opera hayranı ve yine doktor, ve de yine seri katilin bulunmasında en büyük role sahip olan bir Antony Hopkins.. Ve ine karşısında genç ,güzel, hırslı bir FBI dedektifi...
Bunlara rağmen,  Kuzuların Sessizliğinin yanından geçemiyor elbet..
Tüm eksikliklerine karşın , film bittiğinde düşüncelere kapılıp gidiyorsunuz.
Bir yanda '' Bu, sadece ölen kişilere izin verme şekli...Biraz itibarla ölmeleri için..Bazen en büyük sevgi gösterme yolu en zor olandır '' diyerek, acı çeken insanları öldürmeyi savunan bir katil..
Öbür yanda ''Hiç ölen birini tandın mı Charles, bilmiyorum ama..Onları korku ve mücadele ile başbaşa izlerken ve hayata tutunuşlarını görürken...Bence görseydin, insanın hayatındaki son anlarının ne kadar kıymetli olduğunu anlardın..Bu noktada, hayatın acısı bile belki çok güzel olabilir..''  diyerek ne olursa olsun yaşamı savunan John..
Düşündüm...Düşündüm...Hangisi acaba?...Ne olursa, nasıl yaşanırsa yaşansın, acılar çekilse de, onulmazın en onulmazı bir hastalığa sahip olunsa da yine de yaşama hakkı mı, çıkmadık candan umut kesilmezin umudu mu?..Yoksa , ölüm hakkı mı verilmesi gereken, acı çeken bu insanlara?


21 Ocak 2016 Perşembe

SPOTLIGHT / 2015


''Fakir bir ailenin fakir bir çocuğuysan eğer, inanç çok önemlidir.Bir rahip sana ilgi gösterdiğinde bu çok önemli bir olaydır. Senden bağış toplamanı ya da çöpü dökmeni isteyebilir. Bu seni özel hissettirir. Sanki tanrının yardım istemesi gibi..
Sana müstehcen bir şaka yaptığında bu garip olabilir ama artık ortak bir sırrınız vardır. Ardından yalnız kaldığınızda size porno dergiler göstermeye başlar. Tekrar, tekrar ve tekrar..Birlikte vakit geçirirsiniz. Ta ki....Ağzını onu rahatlatmak için kullanmanı isteyinceye dek..Halen gitmeye devam edersin. Çünkü kapana kısılmış gibi hissedersin. Seni tımarlamıştır. Sonuçta tanrıya hayır diyemezsin değil mi?
Bunun yalnızca fiziksel bir istismar olmadığını anlamak önemli..Bu aynı zamanda ruhsal bir istismar. Bir rahip sana bunu yaptığında inancını da çalar. Sonunda ya bir iğneye ya da bir şişeye ihtiyaç duyarsın..Bunlar da işe yaramazsa bir köprüden atlarsın. ''
Bir rahip tarafından, 11 yaşında istismara uğramış ve kendisini ''kurtulanlar'' dan biri olarak tanımlayan ve tüm kurtulanlar için bir yardım kuruluşu kuran ve çocuk istismarı yapan rahiplerin yargılanması için uğraşan genç bir adamın sözleri bunlar.

Yıllardır, kilisenin örtbas ettiği, yüzlerce istismar mağduru ve buna neden olan onlarca rahip , aslında bu olayı,çoğu kişinin bildiği, ama görmezden geldiği Boston şehrinde yaşamaktadırlar.
Boston Globe gazetesine yeni atanan bir editör, Spotlight ekibinden bu konunun üstüne gitmelerini ister. Konu üstüne gidildikçe dallanıp budaklanır, sadece kilisenin değil, şehrin avukatlarının, üst düzey yetkililerinin de bu koruma kalkanında yer aldığı ortaya çıkar.
Amaç kiliseyi korumaktır. 
Konu, hele ki ülkemizde çok tanıdık ve bildik. Konunun kahramanları, din ve din adamları olunca yapılan kötülüklerin, çocuk istismarı da olsa, hırsızlık da olsa, aklınıza gelmeyecek binbir dalavere de olsa, görmezden gelinmesi, hasır altı edilmesi ve hatta yok sayılması..
Yeter ki din elden gitmesin, dini kurumlar yara almasın..
Film, güzel kurgulanmış ama çok ağır bir havası var...Galiba, konu istismar olunca film de ağırlaşıyor. Oyuncular iyi ama bir tepkisizlikleri var yaşanan bunca olay karşısında.. Belki de yönetmen, toplumun genel tepkisizliğini bu şekilde gösteriyor bize.
Filmi seyrettikten sonra, düşündüm de..Aslında uzun zamandır düşündüğüm birşey bu..
Din diye birşey olmasaydı eğer, dünyamız daha mı yaşanası bir yer olurdu?

12 Ocak 2016 Salı

Room (Gizli Dünya) / 2015


Filmin, Amerika'da bir psikopatın genç bir kızı kaçırıp 7 yıl bir odaya kapatmasını, ve bir de kızın o odada dünyaya getirdiği çocuğunu 5 yaşına kadar büyütmesini anlattığını söylesem, çok da sıradan bir öykü der çoğunluk..
Ama gelin görün ki bu öyküden muazzam bir film çıkıyorsa eğer, bunda kuşkusuz anne ile oğlunu oynayan iki muazzam oyuncunun payı ve yönetmenin payı çok büyük..
Yönetmen tüm film boyunca bizi tetikte tutmayı, bazen gülümsetip bazen gözlerimizde iki damla yaş oluşturmayı, düşündürmeyi, ince detayları gösterebilmeyi, hayatın karanlık ve aydınlık yüzünü, sorgulatmayı çok iyi başarmış.
Anne ve oğlunu oynayan iki oyuncunun kendi bireysel muhteşem performanslarının yanında, uyumları kusursuz..
Film sizi küçüçük bir odadan alıyor ve içiçe geçmiş başka odalara, başka açılara, başka düşüncelere, başka sorulara götürüveriyor.
Kendi güvenli sınırlarımızda yaşamak mıdır mutluluk, yoksa bizi korkutsa da başka limanlara açılmak mıdır? 
Alışkanlıklar mıdır bizi hayata bağlayan, yoksa ne olursa olsun üstüne gitmek midir yeni deneyimlerin? 
Büyüdükçe daha mı korkusuz oluruz , yoksa deneyimleri olmayan çocuklar mı daha korkusuzdur bu dünyada?
Aslında bizi büyüten çocuklarımız mıdır biz onları büyüttüğümüzü zannederken?
Film 118 dakika..Ben nefes almadan, yerimden kıpırdamadan seyrettim... .
Tahminim epey bir Oskar toplayacağı yönünde...
Ama benim gönül Oskarımı aldı şimdiden..



9 Ocak 2016 Cumartesi

45 Years ( 45 Yıl) / 2015



Filmi seyrederken, özellikle final sahnesinde düşünüp durdum. 45 yıl, 50 yıl hatta daha da uzun bir evlilikte, geçen yıllar boyunca insan neler hisseder, duygular nereden nereye sürüklenir, insanlar birbirlerinin herşeyi mi olur hiçbirşeyi mi olmaz ömrün sonuna yaklaşırken. Bunu benim bilmem mümkün değil..Şimdi bile evlensem tekrar, bu kadar süren bir evliliğe sahip olamayacağım. Ama yine de hep merak edip duracağım ve çok yaşlı iki çifti elele sokaklarda gördüğüm zaman da imreneceğim bunca yılı başarı ile tamamlayabildikleri ve hayat yolcuğunu beraber yürüyebildikleri için...
Ama, sanırım dıştan gözlem sadece o iki kişiyi görüyor, neler hissettiklerini, yaşadıklarını bilmemize imkan yok.
Tıpkı filmdeki Kate ve Geoff gibi...45 yıldır evliler ve yaklaşan evlilik yıldönümleri için bir parti yapmaya karar veriyorlar.
Hiç çocukları yok, neden olmadığını bilmiyoruz. Huzurlu, dingin bir evlilik gibi duruyorsa da dışardan, aslında sessizliğin hakim olduğu, renksiz, sorunların pek de dile getirilmediği bir evlilik. Yaşadıkları evde, yaşayan ev sıcaklığı hissedilmiyor pek.  Sanki donmuş bir ev gibi..
Ama bir gün bu donmuş eve, ,adamın evlenmeden önce , dağlarda donarak ölen sevgilisinin, kaybolan cesedinin bunca yıl sonra bulunduğunun haberi geliyor. Ve evdeki donlar, bu haber ile çözülmeye başlıyor. Tıpkı 45 yıl önce ölen kızın cesedinin buzlarının çözülmesi gibi... Şimdiye kadar konuşulmayan şeyler konuşuluyor, sırlar açığa çıkıyor.
Demek ki....45 yıllık bir evlilik bile olsa, eski sevgili, hem de ölmüş bir sevgili bir kadını hala huzursuz edermiş..İlk sevgili, bunca yıl geçse de bir adam için önemli olurmuş, o adamın hala şirazesini kaydırırmış..Demek ki yaş kaç olursa olsun, kadın ve erkek hep aynı imiş hissedilenlerde, davranışlarda, şüphecilikte, kıskançlıkta..
Charlotte Rampling ve Tom Courtenay muhteşem iki oyuncu. 
Kısaca seyretmeye değer bir film..

7 Ocak 2016 Perşembe

Bridge of Spies ( Casuslar Köprüsü) / 2015


Şimdilerde siber savaşlar ve hackerlar varken, bir zamanlar soğuk savaş ve casuslar vardı. Ne çok severdim casusluk hikayelerini ve bu hikayeleri anlatan filmleri.
Beynim siber savaşları anlayabilmekte zorlanırken, küçük notlara yazılmış şifreler, karanlık sokaklardaki değiş tokuşlar, fotograf ile çalınan bilgiler bana daha yakın ve anlaşılabilir geliyor hala..
Bu bile, filmi sevmem için yeterliydi beni geçmiş dönemlere götürdüğü için..
Film, 1950 lerde soğuk savaşın başladığı yıllarda geçiyor. Konu aslında bildik. Amerika'da yakalanan bir Rus ajanının, Rusya'da casus uçağı düşüp yakalanan  bir Amerikan pilotu ile takas edilmesi süreci.. Takas Berlin'de olacak..Takasta etkin isim de Amerikalı avukat olan, Donovan..
Konu bildik olsa da, Spielberg , Cohen kardeşler ve Tom Hanks filme damgasını vurmuş.
Ben iflah olmaz bir Tom Hanks hayranı olarak yine bayıldım oyunculuğuna. Bir oyuncu ne rol olursa olsun o rolün kalıbına tam oturur mu?..Tom Hanks oturuyor işte. 
Spielberg, dönem atmosferini çok iyi vermiş. Berlin'deki sahneler özellikle müthiş. Kış sahneleri, Berlin duvarı, yıkılan Almanya'dan yavaş yavaş yeni Almanya'nın inşası , Alman askerlerinin davranışları çarpıcı..
Film, bir yandan sanki Amerikan propagandası yapıyor gibi gözükse de, Amerikan hakimlerine, yoz Amerikan halkına ve Amerikan İstihbarat Teşkilatına ince göndermeler var. Ve bence Rus ajan, Amerikan pilotuna fark atıyor hem ''dik duran adam'' göndermesi ile hem de  entellektüel duruş olarak. Bu vesile ile de Rus ajanı oynayan Mark Rylance'nin çok iyi performans sergilediğini söylemeliyim.
Tom Hanks bu film ile Oskar'ı alır mı bilmiyorum. Ama yine benim kalbimdeki yerini korudu..







5 Ocak 2016 Salı

The Lobster / 2015


Bugüne kadar ilişkiler, evlilik, toplum baskıları hakkında çok film seyretmeme rağmen, bu kadar çarpıcı anlatılmışını seyretmemiştim.
Evet film beni çarptı. Yönetmen Yorgos Lanthimos distopik bir film yaratmış.
Yakın gelecekte, ütopik bir dünya...Bu dünyada yalnız olmak yasak. Yalnızlar bir otele kapatılıyor. Belirli bir süre içinde bir ilişki kurmayı başaramayan, en çok dönüşmeyi istediği hayvana dönüştürülüyor.
Öte yanda toplum baskısından kaçan ve ormanda yaşayan yalnızlar topluluğu var. 
İlginç olan, hem otelde hem de ormanda kendine göre kuralların olması, ve bu kuralların çok faşizan bir biçimde uygulanması...
Otelde birşey hissetmediği halde hissetmiş gibi yapan insanlar,  yalnız kalmamak uğruna öylesine evlilik yapan ve sonra da 'miş' gibi yaşayan toplum insanlarını öylesine güzel hicvediyor ki..Yalnız olursan saldırıya uğrarsın, yalnız olursan tek başına ölürsün, yalnızlık toplum tarafından iyi karşılanmaz , bir iki ortak nokta bile bir arada olmak için yeterlidir gibi, çocukluğumuzdan beri beynimize işlenen düşünce kalıplarının hepsini bu distopik otelde görüyoruz.
Öte tarafta yalnızların bildik argumanları olan sana karışan hiç kimse yok, istediğin zaman müzik dinleyebilirsin, istediğin zaman yürüyüşe çıkabilirsin, istediğin zaman birileri ile sohbet edebilirsin ama istediğin zaman ilişki kuramazsın, öpüşemezsin, sevişemezsin şeklindeki toplum baskılarını ve bunu yapanların cezalandırılışını olanca açıklığı ile gösteriyor ormanda yaşayan ve yalnızlığı tercih eden insanlar arasında.
Ama..Aşk kural tanımaz ya.. Ormanda da bir kadın ve bir erkek birbirlerine aşık oluyorlar. İşte orada,  birşey hissettikleri halde hissetmiyor gibi davranmanın zorluğu başlıyor.
Colin Farrel çok farklı bir görüntüde..Bu film için epey kilo almış. Ben oyunculuğunu çok beğenmedim, donuk geldi bana..Belki de verilmek istenen buydu. Ama Rachel Weisz çok iyi oynuyor.
Filmin sonu bence güzel olmuş..
Hani derler ya aşk insanın gözünü kör edermiş. Bence kör olmak, bunu anlatan bir metafor. Son olarak, aslında belirli bir olay yok. Sadece uzun süre perde kararıyor. Ve bu karanlık bize neler olup bittiği hakkında epeyce bir ip ucu veriyor. 
Ve karanlık perdede bir şarkı çalmaya başlıyor.
'Τι ειναι αυτο που το λενε αγαπη
Τι ειναι αυτο
Τι ειναι αυτο'
'Bu aşk dedikleri şey nedir
Nedir
Nedir'