17 Mart 2024 Pazar

THE ZONE OF INTEREST (İLGİ ALANI) / 2023


 


THE ZONE OF INTEREST (İLGİ ALANI) /2023


Yönetmen: Jonathan Glazer

Oyuncular: Christian Friedel

                    Sandra Hüller


"Nazi Almanya'sında kötülük, insanların görür görmez kötülük olduğunu anlamalarını sağlayan bir niteliğini--baştan çıkarıcılığını-- kaybetmişti" Hannah Arendt/ Kötülüğün Sıradanlığı


Çünkü Nazi Almanya'sında bütün kötülükler sıradandı. Bütün Almanlar, sistematik olarak işlenen suçlara ortak oluyordu. Çünkü "normal" olan buydu.


Bugün seyrettiğim bu film, bugüne kadar seyrettiğim hiçbir Nazi soykırım filmine benzemiyor. Çünkü filmde hiç Yahudi görmüyoruz. Acı çeken insanlar yok. Yahudilerin tıkış tepiş uyuduğu kirli, soğuk koğuşlar yok. Ölüm yok. Hatta gaz odaları bile yok.

Bugüne kadar filmlerde beynimize kazınan görüntülerin hiçbiri yok.

Çünkü, duvarın öbür tarafındayız. Auschwitz kampını çevreleyen yüksek duvarların dışındayız. Yemyeşil, çiçekler içinde, havuzu bile olan rüya gibi bir bahçe ile çevrili, kamp ile arasında sadece bir duvar olan büyük bir evin tarafındayız.

Bu ev Auschwitz kampının komutanı Rudolf Höss ve eşi Hedwig'in çocukları ile birlikte yaşadıkları ev. Hedwig çocuklarını büyütürken, bir taraftan da daha önce bomboş bir tarla olduğunu söylediği geniş bahçeyi çiçekler, çimler, ektiği sebze ve meyvalar, kocaman bir sera ve hatta arı kovanları ile bir vahaya çevirmiş. Bahçede çalışan Yahudi kökenli bahçıvanları ve evde çalışan hizmetçileri ile asude bir hayat sürüyor.

Cennetin bu köşesinden, duvarın öbür tarafındaki barbarlığı görmüyoruz. Çünkü yönetmen Glazer, bize bunu göstererek değil, duyurarak vermeyi tercih etmiş.

Film, açılışında epey süre başlamıyor, beyaz perdeye bakıyoruz uzun uzadıya. Çok rahatsız edici bir müzik eşliğinde. Sonra birden kuş sesleri duyuyoruz ve yemyeşil ağaçlar ile çevrili göl kıyısında eğlenen bir aile görüyoruz. Çok farklı iki geçiş sahnesi, bizi neler beklediğini sinyalini veriyor adeta. 

Evet, vahşeti görmüyoruz ama, evin içinde donuk bakışlarla ve korkarak çalışan hizmetçileri görüyoruz ve neden öyle bir ruh halinde olduklarını anlıyoruz.

Hizmetçi, komutanın çizmelerini bahçe musluğunda yıkarken, akan kanın nerden geldiğini;

Uzaktan gelen acı dolu ve yardım isteyen seslerin kime ait olduğunu ;

Bahçıvanın gübre niyetine çiçeklere döktüğü küllerin nereden geldiğini;

Duvarın öbür tarafındaki bacalardan, sürekli niye duman çıktığını, eve gelen kürklerin, giysilerin ve mücevherlerin kimlerin olduğunu, gölde, bahçede, üniformalarda niye küllerin olduğunu, hep anlıyoruz.

Ve her anladığımız, biraz daha göğsümüzü daraltıyor.

Sadece barbarlığın işaretlerini görmek mi kötü hissettiren?

Yönetmen bence asıl vuruşu, yanıbaşlarında olan trajediye rağmen, aile fertlerindeki umursamazlığı 

ve tüm bunları normalleştirip daha iyi bir hayat sürme çabalarını vererek yapmış. 

Çocukları ile gölde yüzen babanın eline bir çene kemiği rastgeliyor. Çocuklar  oynarken, elma çaldığı için "onu ceza olarak nehirde boğun" emri yankılanıyor bahçede. Havuz başı partisi verilirken evlerinin yanından çığlık seslerinin eşlik ettiği tren sesleri geliyor. Çocuklar gece yataklarında dişler ile oynuyorlar. Gece pencerelerden karşı tarafın dumanları yükseliyor. Tüm bunların, aile fertleri tarafından sorgulanması bir yana, o kadar kayıtsızlar ki olan bitene. 

Onların vicdansızlığını görmek, seyirciye ağır bir vicdan yükü bırakıyor. 

Ara ara geceleri aç mahkumlara elma bırakan, bisikletli bir kızı görüyoruz. Ama siyah beyaz animasyon gibi bu görüntüler. Umursamazlık görüntüleri renkli ise, bu renksiz olmalı elbet. İki zıt durumun anlatılması gibi... 

Filmin sonunda ise, son vuruşunu yapıyor Glazer. Keyif kaçırıcı olmamak adına ayrıntı vermiyorum. Sadece, zaman atlaması ile bugüne gelen görüntülerdeki iki temizlikçi kadının kampı temizleme sahnesi ile yoğun bir duygu bırakarak filmi bitirdiğini söyleyebilirim. Ne kadar temizlerseniz, temizlenir mi geçmişin acıları ve yaşananlar? 

Film, 2023 yapımı. Martin Amis'in 2014 tarihli romanında uyarlama. Film, Mayıs 2023'te Cannes film festivalinde gösterime girdiğinde gırtlak kanserinden vefat ediyor Amis. 

Jonathan Glazer filmin hem yazarı hem de yönetmeni. 

Oyuncular Christian Friedel ve Sandra Hüller. 

Hüller'in filmdeki performansı müthiş. Tam bir karakter oyuncusu. "Bir Düşüşün Anatomisi" filminde de muhteşem bir performans sergiliyordu. Farklı iki karakteri bu kadar iyi oynamasının, çok özel bir yetenek olduğunu düşünüyorum. 

Filmi bu kadar etkileyici yapan müzikler ise Mica Levi'ye ait. En iyi ses dalında Oskar ödülünü aldı. 

İlgi Alanı filmi ise, en iyi uluslararası film dalında Oskar ödülünü aldı. 


Yönetmen Glaze, bu filminde kötülüğü canavarlaştırmadan anlatıyor. Çocuklarına düşkün, onlarla balığa çıkan, onlara gece masallar anlatan bir baba var. Hatta Hansel ve Gratel masalını okurken, sanki kendileri binlerce insanı fırınlarda yakmıyorlarmış gibi, Hansel'in cadıyı fırında yakışını sevecen bir sesle anlatan bir baba. 

Duvarın öte tarafındaki her şeyden haberdar ama çocuklarını seven, onlara iyi bir hayat vermeye çalışan bir eş, okula giden, bahçede oynayan çocuklar, keyifle yenen akşam yemekleri. Görünürde herkes gibi yaşayan bir aile. 

Tüm bunlar düşündürüyor insanı. 

İçimizde, açığa çıkmayan ama çıktı mı bu kadar acımasız olacabileceğimiz kötücül bir yer mi var? 

Vahşet, duvarın öte tarafında olunca mı normalleşiyor ve gündelik hayat akabiliyor? 

Mesela şimdilerde Gazze'de olanlar, duvarın öte tarafında olduğu için mi normalleştiriliyor, gündelik hayatımıza hiç etki etmiyor onca masum insanın ölümü? 

Ya da daha önce yaşanan onca katliamlar, savaşlar duvarın bu tarafında olduğumuz için mi geldi geçti ama unutuldu, gitti. 

Çok ölüm, çok acı, çok vahşet var dünya yüzünde. Kanıksamak mıdır acaba, insanoğlunun hayata tutunabilme yolu?

12 Ocak 2023 Perşembe

La Noche de 12 Anos ( A Twelve Year Night) /2018


 La Noche de 12 Anos (A Twelve Year Night) /2018


"Ve son şiirim olsa da bu,

 Dikkafalı ve hüzünlü

 İçine kapanık ama eksiksiz

 Tek bir sözcük yazardım:

 Yoldaş..."

Mauricio Rosencof


"Ateşten korkanlar vardır. Ateşi uzaktan seyredenler, ondan kaçanlar... Bir de ateşi tutanlar vardır. Onlar bilinçli bir tercihle tereddütsüz ateşi avuçlarlar. Ve onlar, avuçlarını yakan ateşi, toplumsal direnişleri tutuşturan yangınlara dönüştürmeyi iyi bilirler. " diye anlatır Ernesto Gonzales Bermejo, Uruguay'da Ateşi Tutmak kitabında... Uzun yıllarını geçirdiği Uruguay tutukevleri ve işkencehanelerindeki anılarını anlatırken.

Bu film de ateşi avuçları ile tutan üç devrimcinin gerçek öyküsü.

Yer Uruguay. Yıl 1973...Askeri darbe yapılmış ülkede. Askeri darbenin ilk hedefi de Tupamarolar olmuş.

Tupamaros, Uruguay'da 1963 yılında kurulan şehir gerillası örgütü Ulusal Kurtuluş Hareketi'nin halk arasındaki yaygın adı. İlk, şeker kamışı işçileri sendikasını örgütleyerek başlayan hareket, zenginden alıp yoksul halka dağıttığı eylemleri ile kısa sürede büyük bir etki ve sempati yaratmış. 

Askeri darbe ile bu örgütün binlerce üyesi tutuklandı, yüzlercesi katledildi. 

Cuntanın Tupamarolara karşı uyguladığı, tam bir tecrit politikasıdır. Kafalarında çuvallar ile oradan oraya nakledilen tutsakların birbirleri ile bile konuşmaları yasaktı. 

Bu film, 12 yıl boyunca çeşitli tutukevlerinde tutulan Nato, Ruso ve Pepe'nin her şeye rağmen direnmek ve hayatta kalmalarının öyküsünü anlatıyor bize. 

Cunda subayının "Sizi öldürme fırsatımız varken öldürmeliydik. Şimdi ise sizi çıldırtacağız" sözleri hayal bile edemeyeceğimiz koşullara, işkencelere karşı nasıl hayata tutunduklarını gösteriyor bize. 

Sistematik yapılan işkenceler, böceklerin, farelerin olduğu küçücük, karanlık hücreler, tuvalet ve banyo yapma imkanının bile olmaması, açlık, susuzluk ve en zoru olan tek kişi ile bile iletişimin yasak olması. 

Kimi zaman akıl sağlıklarını kaybedecek gibi oluyorlar, kimi zaman açlıktan, soğuktan ölecek gibi. Ama kimi zaman da sevdiğinin hayali,  yeni yıl kutlaması için uzaklardan gelen havai fişeklerin sesi, kağıt kokusu, küçücük yeşil bir yaprak onları düştükleri yerden kaldırıveriyor. 

Ve kendi aralarında hücrelerin duvarlarına parmakları ile her harfin karşılığına gelen sayı kadar vurarak bir iletişim oluşturuyorlar. Tartışıyorlar, eğleniyorlar hatta satranç bile oynuyorlar bu iletişim yolu ile. 

12 yıl sonra bir gün, radyoda seçim sonuçlarını duyuyorlar. Halkın çoğunluğu "hayır" demiş oylamada. O kadar bihaberler ki dışarıda olanlardan; soruyorlar birbirlerine parmaklarını vurarak "biz evet miyiz, hayır mıyız" diyerek... 

Az sonra odalarına giren gardiyanlar, onları tekme tokat dövünce anlıyorlar evet mi hayır mı olduklarını.. 

Filmin bundan sonrasını keyif kaçırıcı olmaması için, izleyenlere bırakıyorum. Özellikle filmin sonunda bu üç devrimcinin kimler olduğunu öğrenmek, insanın içini ısıtıyor ve epeyce de imrendiriyor Uruguay'daki gelişmelere. 

Film çok politik ajitasyon yapmadan, duru bir şekilde vermek istediklerini veriyor, bizleri de iki saat o hücrelere sokabiliyor. 

1980 ve sonrası ülkemizde de benzer yaşanmışlıklar olduğundan, izlemenin kolay olmadığı bir film, kalbim acıdı çokca... 

Hele bir sahne vardı ki, Silvia Perez Cruz'un muhteşem bir "Sound of Silence" yorumunun eşlik ettiği; gözyaşlarıma engel olamadım.. 


"Merhaba karanlık

 Eski dostum

 Yine seninle sohbet etmeye geldim

 Çünkü usulca süzülüp gelen bir görüntü

 Ben uyurken tohumlarını bıraktı zihnime

 Beynime yerleştirilen

 O görüntü

 Hala duruyor

 Sessizliğin sesinde"

Argentina 1985/2022


 

"Faşizm, insanlığın insanlıktan ağır ağır çıkmasıdır" Ece Temelkuran

1976'da, Arjantin ordusunun Peron hükümetini devirmesi ile 7 yıl süren askeri diktatörlük başladı Arjantin'de.
Faşist generallerin emri ile ülkede 700'den fazla gizli tutuklama merkezi kuruldu. Muhalif 30 binden fazla kişi ya öldürüldü ya da kaçırılarak ortadan kaybedildi. Yüzlerce insana işkence yapıldı, kadınlara tecavüz edildi.
Darbecilerin gerekçesi ülkenin bekası idi, dış mihrakların yarattığı anarşiyi önlemekti. Generaller, anarşiyi yaratan sol örgütlerin toptan imha edilmesi emrini vermişti ülkenin huzuru için.
1977 yılında Arjantin'i başkenti Buenos Aires'te bir meydan olan Mayo de Plaza'da yakınlarını kaybeden kadınlar, başlarına eşarp bağlayarak oturma eylemi yapmaya başladı. Bu hareket sonraları ülkemizde, Cumartesi Anneleri'ne esin kaynağı olmuştur.
Filmimiz Argentina 1985,  1983 yılı ile açılışını yapıyor. Askeri diktatörlük bitmiş ve ülkeye sivil demokrasi gelmiştir. Alfonsin başkanlığındaki sivi hükümet, dikta döneminin generallerinin yargılanmasını istemektedir.
Askerler sadece askeri mahkemelerde yargılanırken, bu kez sivil mahkemede yargılanmaları gündemdedir.
Davaya savcı olarak Julio Strassera atanır. Strassera'nın korkuları, endişeleri vardır bu dava ile ilgili. Özellikle ailesi için. Çünkü davaya atanır atanmaz tehditler, korkutmalar başlamıştır bile. Ama üzerine yüklenen bu tarihsel sorumluluğu da layıkı ile yerine getirmek zorundadır. Mahkeme heyetinin ve başkanın karşı çıkmalarına rağmen, çok genç ama bir o kadar da atak ve inançlı gençlerden bir ekip kurar. Şehir şehir gezer bu ekip, birçok tanığa ulaşabilmek için. Sonunda mahkemeye sunulacak yüzlerce dosya oluşturulur ve birçok tanık mahkemede dinlenilmek üzere çağrılır.
Mahkemede, Arjantin tarihinin en kanlı döneminde işkenceye uğrayan insanları, bebeğini kaybeden anneleri, yakınlarına ulaşamayanları dinleriz.
Ve günler süren mahkeme biter,  savcı Strassera'nın etkileyi kapanış konuşması ile mahkeme kapanır.
Artık, heyecan ile mahkeme heyetinin kararı beklenmektedir.
Film bittiğinde, şunu düşündüm sadece. Her ne yapılırsa yapılsın insanlığa karşı; adil biçimde yargılanmazsa bu eylem veya eylemler, adalet için mücadele edilmezse eğer, oluşturdukları baskı rejiminden kurtulmak ve tekrar etmesini önlemek zordur. Ve güçler ayrılığı her vatandaşın emniyetidir.
Filmde dönemin atmosferi çok iyi yansıtılmış. Oyuncuların performansları, çekimler, hepsi iyiydi.
Ama neden olduğunu tam ifade edemeyeceğim bir olmamışlık vardı.
Özellikle filmin İspanyolca olmamasından dolayı içine giremedim filmin. Arjantin tarihinin en önemli davası, ama o duyguyu bir türlü veremedi bana. Kapanış konuşması sahnesi hariç. O sahne dışında duygusuz, yüzeysel geldi filmin çoğu.
Ama o dönemi , her yerdeki benzer faşizmi ve adaletin nasıl ellerinde eğilip bükülebildiğini görmek için seyredilmeli.

NUNCA MAS (Bir Daha Asla)
Arjantin'de dikta döneminde kaybolan ve işkence gören vatandaşlarla ilgili bilgileri toplamak için Arjantin devlet başkanı Alfonsin'in kurulmasını sağladığı Conadep'in  (comision nacional sobre la desaparicion de personas/kişilerin kaybolmasına dair ulusal komisyon)  oluşturduğu 50bin sayfalık rapora, komisyonun verdiği isim..
Ve gerçekten Arjantin'de bir daha darbe olmadı.

8 Ocak 2023 Pazar

The Banshees of Inisherin /2022




The Banshees of Inisherin

"Ağrıya ağrıya nara dönüştüğünde
açtılar içinden sözler çıktı
kem gözler, kırıcı davranışların izleri
aldanma gölgesi, o durmayan bağışlama
'gitmeliyim' çıktı, 'dönmemek üzere bir daha'
'artık herkesin yüzüne bütün düşündüklerimi'
  'yalnız olmalıyım' çıktı. "   Gülten Akın

Sene 1923. İrlanda'da bir ada, Inisherin adında. Ana karada İrlanda iç savaşı bütün hızı ile sürüyor.
Adada yaşayan Padraic, yıllardır dostluğunu sürdürdüğü, her gün saat 2'de meyhanede buluşup içki içerek lafladığı Colm'un, her zaman olduğu gibi evine uğradığında, arkadaşı artık onunla konuşmak istemediğini, ondan hoşlanmadığını ve ondan uzak durmasını söyler.
Padraic buna anlam veremez. Çünkü kavga etmemişlerdir, aralarında kötü bir söz olmamıştır ve daha dün arkadaşı ondan hoşlanıyordur. Ama Colm kararlıdır. Sıkıcı bulduğu arkadaşı ile boş boş gevezelik edeceğine, yalnız kalmak ve müziğe yönelmek istemektedir. Çünkü ancak bir beste yaparsa, kalıcı iz bırakmış olacaktır bu dünyaya.
Ama bu nedenler Padraic için yeterli değildir. Çünkü onun için bu dünyada iyi bir arkadaşlık ve nezaket her şeyin ötesindedir.
Evet Padraic sevecen ve nazik bir insandır. Eşeği Jenny'i eve alacak kadar.
Evde birlikte yaşadığı ablası Siobhan,  herkes tarafından dışlanan Dominic ve hatta cadı diye çoğu kişinin uzak durduğu yaşlı kadınla bile arası iyidir.
Siobhan, kitap okuyan, kendini geliştiren, aklı selim ve yol gösterici bir kızdır. Padraic'i uyarır Colm'den uzak durması konusunda. Ama kardeşi ısrarcı olmaya başlar arkadaşlığını devam ettirebilmek için.
Bunun üzerine Colm öfkelenir ve Padraic'e, her kendisi ile konuşma çabası karşılığında bir parmağını keseceğini söyler.
Ve böylece Colm ile Padraic arasında İrlanda iç savaşı gibi, sonu gelmez bir savaş başlar.
Savaşta bir hiç uğruna kaybedilen insanlar gibi, bir elin parmakları da gidecek midir acaba Colm'un özgürlüğü için?
Aslında sevmediğimiz bir yaşamı yaşamak, hoşlanmadığımız, bize bir şey katmayan insanlarla beraber olmak, hatta sırf para kazanabilmek için hiç keyif almadığımız bir işte çalışmak gün be gün bizi öldürmez mi? Yavaş yavaş ölmek yerine, bazen kendimize zarar vererek özgürlüğümüze doğru yelken açmaz mıyız?
Tıpkı Colm gibi, Siobhan gibi ve Dominic gibi...
Hani hep denir ya özgürlüğün bir bedeli vardır.
Peki asıl, özgürlük yolcuları için vazgeçilen olmak, Padraic'i nasıl etkileyecektir,  kendini tanımladığı en önemli özelliği olan, nezaket ve sevecenlikle mi karşılayacaktır bu vazgeçişleri?
Yönetmen Martin Mc Donagh'ı çok sevdiğim Three Billboards Outside Ebbing filminde tanımıştım.
Bu seyrettiğim ikinci filmi oldu. Basit, gerçekçi ve doğal anlatımı çok etkileyici. Küçük bir adada geçen, iki tekdüze adamın hikayesini nasıl olur da bu kadar katmanlı bir hale getirebilir ve bizi şaşırtabilir bu denli..
Colin Farrell ve Brendan Gleeson`un oyunculukları muhteşem. Ama beni asıl şaşırtan Dominic'i oynayan Barry Keoghan'ın performansıydı. Seyredenler hatırlar;  Kutsal Geyiğin Ölümü filminde de olağanüstü bir oyunculuk sergilemiştir.
Görüntü yönetmenine de bir sözüm var. Bu kadar mı iç mekan ve dış mekan çekimleri başarılı yapılabilir. Sanki o adada yaşıyormuşum, sanki o loş meyhanede biramı yudumluyormuşum, sanki o denizden gelen sert rüzgarı hissediyormuşum hissine kapıldım çoğu zaman.
Filmi seyrettikten sonra filmin ismi ile ilgili araştırma yaptım. Banshees ne demek diye.
Banshee, İrlanda ve İskoç halklarının inanışında çökük burunlu, seyrek ve dağınık saçlı, derin göz çukurlarının içinde ağlamaktan kızarmış gözlere sahip yaşlı kadın görünümünde, düşsel bir yaratığın adı imiş.
İrlanda dilinde peri kadın anlamına geliyormuş. Köklü aileler ve yaşlı insanların yaşadıkları evlerin kapılarının önünde ağlaması, evden birinin öleceğine yorulmakta imiş.
Bir cenazede ne kadar ölüm perisi ağlarsa, ailenin o kadar soylu ve varlıklı olduğu anlaşılırmış.
Eğer bir kıtlık döneminden geçiliyorsa, ölüm perileri evin önündeki sandalyelere oturup ağlarlarmış. Filmin sonundaki yaşlı kadın gibi.
Martin McDonagh filmini Jon Gregory'e ithaf etmiş. Meğer Three Billboards filminin editörü imiş ve 2021 yılında vefat etmiş.

"Dün sabaha karşı kendimle konuştum
Ben hep kendime çıkan bir yokuştum
Yokuşun başında bir düşman vardı
Onu vurmaya gittim kendimle vuruştum"  Özdemir Asaf


12 Şubat 2022 Cumartesi

The Lost Daughter/ Karanlık Kız 2021


 

The Lost Daughter / Karanlık Kız 2021

Yönetmen: Maggie Gyllenhaal

Oyuncular: 

Olivia Colman

Jessie Buckley

Dakota Johnson

Ed Harris


“Beni anneme götürsün bindiğim bütün taksiler” Didem Madak


Hatırlıyorum; oğlumu karnımda taşırken bir arkadaşım bana demişti ki “ Şu günlerin kıymetini bil, doğduğunda hiçbir şey aynı olmayacak”

Olmadı da.. Annelik duygusu gibi insanın hayatını tümden değiştiren ve hayatı boyunca da ona egemen olan başka duygu var mı, ben bilmiyorum.

Anne olmanın, yaşamın en güzel duygusu olduğuna çoğumuz hemfikiriz. Ama ya çocuklarımızı büyütürken, alan kayıplarımız, yapamadıklarımız, geri kaldıklarımız ve en önemlisi hissettiklerimiz. Kutsal annelik kavramı öyle bir  nakşettirilmiştir ki içimize, değil dile getirmek bunları, beynimize uçuşan düşünceleri bile hişt diye kovarız çabucak.

Bir yerde görmüştüm. “Anne olmak ömür boyu pişmanlıktır” diye. 

Ne kadar yanlış ve bir o kadar da doğru.

Kutsal anneye, mükemmel anneye ulaşamamanın yetersizliğinin , ömür boyu hissettirdiği suçluluk duyguları olsa gerek, bu cümleyi yazdıran.


Leda, 40’lı yaşlarının sonunda, edebiyat alanında profesör, zeki, donanımlı bir kadın. Tek başına,bir Yunan adasına, kendi tanımı ile çalışma tatiline geliyor.

Plajda tanıdığı bir aile ve onların gelinleri Nina, onu içsel bir yolculuğa çıkarıyor. Belki de en zor bir yolculuk olan geçmişe..

Leda, iki kız annesi. Kızları küçükken kocası başka bir şehre çalışmaya gidiyor ve kızlarının tüm bakımı, sorumluluğu kendine kalıyor. Bir yandan da çalışıyor Leda. Birgün kongre daveti alıyor çalışmasını sunması için. Ve gittiği kongrede, karşılaştığı Profesör Hardy’den çok etkileniyor. Belki de Profesörün onu zeki, etkileyici bir kadın olarak gördüğünü söyleminden. O gece birlikte oluyorlar. Ve sonrasında Leda, kızlarını ve evini terkedip 3 yıl kızlarını hiç görmüyor. 

Nina ise genç bir anne. Geniş, zengin bir ailenin içinde yaşıyor. Her yaz Yunan adasında kocaman bir malikane kiralayıp yazlarını orada geçiriyorlar. Nina’nın eşi, Nina’nın çok yanında kalmayan, arkadaşları ile teknesinde gününü gün eden, küçük kızı ile de hiç denilecek kadar az ilişki kuran bir adam. Nina’nın görümcesi ise hamile ve kutsal annelik elbisesini üstüne sıkı sıkıya giymiş, ekonomik gücünün getirdiği şımarıklığa sahip bir kadın.

Plajda, bu insanlarla karşılaşan Leda, önceleri uzaktan onları gözlemleye başlar. Birgün Nina’nın kızı kaybolur. O kayboluş, Leda için de geçmişe yolculuktur. Belki en yakınına bile itiraf edemediği duygularını Nina’ya aktarır. Ona anlatır kızlarını ve kızlarını terkedişini. Nina, kızlarını görmeden geçen onca yılda ne hissettiğini sorduğunda, Nina’yı çok şaşırtan “muhteşemdi” cevabını verir.

Plajda çalışan Will’e anlatır kızlarını. Kaldığı eve bekçilik yapan Lyle’e keza..

Gördüğü her detay, her durum kızlarına ve kendine götürür Leda’yı..

Leda aslında çok şey anlatmasa da, gözlerinden anlarız onun hüznünü, pişmanlıklarını, acısını..

Anlarız, ataerkil düzendeki kutsal anneliğe ne kadar dirensen de, kaçsan da, terketsen de anneliğini, o bize öğretilmiş, içimize işlemiş anneliğin yıllar içinde nasıl da pişmanlığa, hüzne ve acıya evrildiğini.

Film Elena Ferrante’nin aynı adlı romanından uyarlama. 

Filmin yönetmeni Maggie Gyllenhaal. İlk uzun metrajlı filmi. Ve müthiş bir iş çıkarmış. Belki de ilk kez annelerin hissettiklerini yüzümüze çarparak vermiş. O hişt diye kovmaya çalıştığımız düşünceleri dile getirmiş. Birçok insanın bundan hoşlanmayacağını hatta yargılayacağını bile bile.

Ve zor bir işi başarmış. Şimdiki Leda ve genç Leda’yı, iki muhteşem oyuncuyu, geçmişe dönüşlerle harmanlayışı olağanüstüydü. Şimdiki zamanlarda yaşanılanların tetiklediği geçmişe dönüşler ve o sırada Leda’nın yüzünde gördüklerimiz.

Yönetmen bol dialog yerine yakın çekimlerle, yüz ve beden ifadeleri ile anlatıyor bize anlatmak istediklerini. Tam olarak hikayenin bütününü, detayları vermese de seyirci tamamlıyor boşlukları. 

Filme genel olarak hakim olan duygu ise gerilim. Hep diken üstünde, tedirgin bir his bu. Özellikle oyuncak bebekten solucan çıkması, Leda’nın sırtına ağaçtan kozalağın düşerek çarpması, sinema sahnesi hatta plajda şezlong değiştirme sahnesinde gerilimin dozu tırmanıyor. Sanırım bana göre yönetmen, Leda’nın tedirgin, diken üstünde hep bir şey olacakmış gibi hissettiği iç dünyasını bize geçirmek için bu yolu kullanmış.

Leda’yı oynayan Olivia Colman. Sen ne olağanüstü bir oyuncusun. İlk kez Sarayın Gözdesi filminde hayran kalmıştım oyunculuğuna. Bu filmde bir kez daha hayran oldum. Hiç konuşmasa da olur, gözlerinden neler dökülüyor çünkü.

Leda’nın gençliğini oynayan Jessie Buckler da müthiş.

Keza Dakato Johnson ve Ed Harris de çok iyi iş çıkarmışlar.

Bence filmin çekildiği Spetses adası da başrolde. Bayıldım ve yazı çok özlediğimi farkettim.

Öyleyse, filmde bir sahnede duyulan “ Τι  ειναι αυτο που το λενε αγαπη” “ Adına aşk denilen bu şey nedir” şarkısını açın ve Ege denizinin kokusunu içinize çekin,hayalinizde.

10 Şubat 2022 Perşembe

Madres Paralelas/Parallel Mothers/Paralel Anneler

 





Madres Paralelas/Parallel Mothers/Paralel Anneler

Yapım yılı: 2021

Yönetmen: Pedro Almodovar

Oyuncular: Penelope Cruz

                    Milena Smit

                    Rossy de Palma

                    Israel Elejalde

                    Aitana Sanchez Gijon


"Sessiz bir tarih yoktur

Onu ne kadar yaksalar da

Ne kadar ezseler de

Ne kadar tahrif etseler de

İnsanlık tarihi sessiz kalmayı reddediyor" Eduardo Galeano


İspanya İç Savaşı, İspanya yakın tarihinin en karanlık dönemi...Bu savaş, sağ ve sol kesimleri, Katolik kilisesi ile gücüne karşı olanları, topraklı aristokrasi ile sendikaları, kraliyet yanlıları ile Cumhuriyetçileri karşı karşıya getirmişti. Bu kanlı savaşta üç yıl içinde 350 bin kişi hayatını kaybetmişti. Savaşın sonunda zafere ulaşan ve iktidarını sağlamlaştıran General Franco'nun faşist rejimi 1975 yılında ölümüne dek sürdü. 

Bu savaşta Franco militanlarınca yaklaşık 130 bin Cumhuriyetçi kurşuna dizilerek öldürülmüş ve toplu mezarlara gömülmüştür. Halen ülkede binlerce toplu mezar olduğu düşünülüyor. 

2007 yılında dönemin sol hükümeti, "Tarihi Bellek Yasası" adı ile iç savaş  ve Franco'nun izlerini silmeyi amaçlayan ve mağdurlara destek vermeyi öngören ilk siyasi adımı atmıştı. Bu yasa ile Franco dönemini öven tüm figürler kaldırılmış  ve sokak isimleri değiştirilmişti.  Ve yine bu yasa sayesinde Franco'nun kemikleri 2019 yılında anıt mezarından çıkarılıp, aile  mezarlığına taşınmıştı.

Bu yasa sayesinde oluşturulan Tarihsel Belleği Kurtarma Derneği o dönemin toplu mezarlarına ve kayıplarına ulaşmak için kazılar yapmaktadır. 

Madrid'te yaşayan, 40'lı yaşlarında fotoğrafçı Janis iç savaşta öldürülen büyükbabasının, yaşadıkları köydeki toplu mezarlardan birinde olduğunu düşünmektedir; öldürülen komşuları ile birlikte. Fotoğraf çekiminde karşılaştığı dernek çalışanı Arturo'dan yardım ister toplu mezarın açılabilmesi için. Ve o gece yakınlaşan Arturo ve Janis birlikte olurlar. 

Zaman, 9 ay sonrasına atlar. Hastane odasında, doğum ağrıları çekiyordur Jannis. Aynı odayı paylaştığı 20'li yaşlarının başındaki Ana da yanındaki yatakta doğum ağrıları çekmektedir. İki bekar anne, aynı yerde, aynı zamanda doğum yaparlar ve ikisinin de kızı olur. 

Ve ikisinin de hayatı, o an farkında olmasalar da içiçe geçer.

Almodovar, kaderin ve tesadüflerin birbirine bağladığı iki anneyi bize, doğum, yaşam, aile, ölüm, yas ve hayata tutunup temaları üzerinden gösteriyor. 

İki annenin hikayesi,  daha önceki filmlerindeki kadın hikayelerinden çok da farklı bir bakış sunmuyor. Sinematografi ise bildiğimiz Almodovar. Kırmızılar yine var, güzel yemekler ve şarap yine var, geleneksel İspanya evleri yine var. 

Yine Penelope Cruz var,  yine Rossy de Palma var. 

Filmdeki tek başkalık, Almodovar'ın ilk kez politik bir dokunuş yapması. Toplu mezar üstünden giden bu politik dokunuş, filmin içine çok da giremiyor, sanki bambaşka bir hikaye imiş gibi havada kalıyor. Filmin sonu çarpıcı bir final ile bitse de bu duyguyu değiştiremiyor.

Evet sıkılmadan izledim, evet en sevdiğim yönetmenlerden biri olan Almodovar'a yine kavuştum diye mutlu oldum. Ama daha önceki filmlerinde hissettiğim sinema keyfini yaşatamadı bana bu kez Almodovar.

6 Ocak 2021 Çarşamba

Yelda:En Uzun Gece/ Yalda, A Night For Forgiveness


 


Yelda:En Uzun Gece /Yalda, A Night For Forgiveness

Yapım Yılı: 2019

Yönetmen:Massoud Bakhshi

Senaryo:Massoud Bakhshi

Ödüller: Sundance Film Festivali/Dünya Sineması/Drama/ Jüri büyük ödülü

Antalya Altın Portakal Film Festivali/ En iyi yönetmen


"Dostluk ağacını dik, murat meyvesi verir

 Düşmanlık fidanını sök, sayısız dert getirir

 Meyhaneye konukken hürmet göster rintlere

 Yoksa ey can, sarhoşluktan çıkınca başın ağrır

 Sohbet gecesini ganimet say

 Çünkü, bizden sonra

 Daha çok döner dünya, çok geceyle gündüz gelir" Şirazlı Hafız


21 Aralık, Şeb-i Yelda.. Yani en uzun gece. 

En eski inanışlardan olan Zerdüştlük'de gece bitip, sabah güneş doğana kadar yemekler yenilip, eğlenceler düzenlenir, o zorlu geceler ısınır, ışıklanırmış. O gecelerde aşıklardan şiirler okumak gelenekmiş. En makbulu da Şirazlı Mahmut'un şiirleriymiş.

Halen, özellikle İran'da kutlu gece kabul edilen 21 Aralık'ta aile, dostlar biraraya gelir, bereketi temsil eden nar yenir, sabaha kadar muhabbet edilir. 


Yönetmen Massoud Bakhshi, İran'da gerçekten de var olan ve sadece yılda bir kez, en uzun gecede yayınlanan programın, stüdyodan canlı yayınını aktarır bu filminde. Programın adı "Affefmenin Gücü" dür. İdama mahkum olan kişinin canlı yayında, mağdurun yakını tarafından affedilmesi ve böylelikle idam cezasının ortadan kalkmasıdır programın amacı. Aslında amaç raytinglerin artmasıdır. Amaç, seyircilerin SMS göndermeleridir. Katil affedilsin diyenler 1, cezasını çeksin diyenler 2 yazarak mesaj göndereceklerdir. 

22 yaşındaki Meryem, 65 yaşındaki dul Nasser ile muta nikahı ile evlendirilmiştir. Nikahın şartı Meryem'in hamile kalmamasıdır. Ancak Meryem hamile kalmış ve bu yüzden eşi ile yaşadığı tartışma sırasında kazara Nasser'in ölümüne neden olmuş ve mahkeme tarafından idama mahkum olmuştur. Meryem'in tek kurtuluş şansı, Nasser'in kızı Mona tarafından canlı yayında affedilmesidir. 

Bir tarafta modern bir televizyon stüdyosu, bir tarafta adaletin çağdışılığı, bir tarafta stüdyo gerisinde bir programın kusursuz yayınlanmasını sağlayan akıllı kadınlar, bir tarafta, babası yaşında adam ile muta nikahı kıyan gencecik kızlar, bir tarafta babamı kaybettiğimde ruhumu kaybettim diyen bir kadın, bir tarafta kan parası için affedebilen aynı kadın. 

Öyle, ustaca zıtlıkları karşı karşıya getirmiş ki Bakhshi, bize kocaman bir pencere açmış o karanlık stüdyodan, şeriat ülkesindeki adaleti, kadının durumunu, zorunlu evlilikleri ve kısas yasasını görebildim diye. 

Ve klostrofobik bir stüdyoda gerilimi öyle ustaca tırmandırmış ve karakterlerin her birinin duygu durumunu, açmazlarını, zaaflarını o kadar iyi yansıtmış ki yakın plan çekimleri ile; filmin başından sonuna kadar el yürekte seyrettiriyor filmini. Elbette, bunda oyuncuların katkısı da hayli çok. 

Ve filmi seyrederken, kendilerini örterek gözlerden saklasalar da, ağızları mühürlü olsa da her istediklerini söylememeye, erkekten sonra gelse de yasalar karşısındaki yerleri, kadınların o inanılmaz güçlerini, sonsuz şefkatlerini ve kocaman yüreklerini hissettim ben. 


"Ben gecenin sonundan söz ediyorum

 Ben karanlığın sonundan

 Ve gecenin sonundan söz ediyorum

 Evime gelirsen eğer sevgili, bana bir ışık getir

 Ve küçücük bir pencere oradan

 Mutlu sokağın kalabalığını seyredeyim" Füruğ Ferruhzad