Sinema sanatını çok seviyorum. Okumayı çok seviyorum.Yazmayı en çok seviyorum. Bir filmi izledikten, bir romanı okuduktan sonra düşüncelerim kelimelere dökülüyor. Ve ben o filmi , o romanı hep hatırlıyorum kendi kelimelerimle. Bir sanatı yorumlamak beni de o sanatın içine dahil ediyor ve bundan büyük keyif alıyorum. Bunu geç farkettim..Ama iyi ki farkettim....
5 Kasım 2019 Salı
JOKER/2019
Bir varmış bir yokmuş
Yıllar yıllar önce
Gotham diye bir şehirde yaşayan
Joker diye bir adam varmış
Aslında asıl ismi Arthur Fleck’miş..
Arthur, hasta annesiyle yaşayan, insanların alay ettiği, kötü davrandığı, hatta dövdüğü, para kazanmak için palyaçoluk yapan bir adammış.
Ciddi psikolojik sorunları varmış, üzüleceği yerde kahkahalarla gülüyormuş mesela..Sırf bu yüzden insanlar ona daha çok kızıyormuş.
Tedavi olmak, kendini daha iyi hissetmek istiyormuş. Ama gittiği sosyal hizmet uzmanı ona hep aynı soruları soruyor ve sadece ilacını arttırıyormuş.
Onun tek amacı komedyen olmakmış. Hep annesi dermiş ya ona, sen insanlara mutluluk ve neşe vermek için geldin bu dünyaya diye...
Arthur’un üstüne gitmeseler, onunla alay etmeseler, onu dövmeseler, o hiç kötü olmayı istememiş ki..
Ama onu hiç görmemişler, o da kendini hep yok saymış bu dünyada.
En fazla kendine zarar vermiş, üzüldüğünde, kızdığında..Başka kimseye değil..
Ne zaman ki onlar, o iyilik maskesi altındaki kötüler, onun canını çok yakmış, Arthur da Joker’e dönüşüvermiş.
Kıyafetleri bile palyaço kıyafetleri yerine, hani şu iskambil kartlarındaki Joker’in kıyafetleri olmuş.
Joker, ne sinektir, ne karodur, ne onlu, ne dokuzlu.. Herşeyin dışındadır, ötekilerle aynı yere ait değildir. Öbür kartlarla aynı pakette bulunsa da, çıkarılıp bir kenara koyulabilir, unutularak.
Ama birden bire oyuna dahil olduğunda da ortalığı kasıp kavurur, nereye konacağı, ne yapacağı hiç belli olmaz.
Bizim Joker’in de bundan sonra yaptıklarını da ben söylemeyeyim; zaten bu masalın konusu değil.
Evet, bugün sinemada seyrettiğim bir masaldı; ne Gotham diye bir şehir var yeryüzünde, ne de Joker diye bir adam.
Ama her masalın bir öğretisi yok muydu ?
Ve dünyada sistemin görmezden geldiği çocuklar, büyükler, hayvanlar, ağaçlar ne çoktu..
Gökten üç elma düştü. Biri olağanüstü bir oyunculuk sergileyen Joaquin Phoenix’in başına..
Biri sistemin tüm dışladıklarına..
Biri de yazdıklarımı sabırla okuyan sevgili arkadaşlarıma..
14 Ekim 2019 Pazartesi
Acı ve Zafer/ Pain and Glory/ Dolor y Gloria
"Herkesin
Bir umudu vardır
Bir savaşı
Bir kaybedişi
Bir acısı
Bir yalnızlığı
Bir hüznü...
Çünkü herkesin bir gideni vardır
İçinden bir türlü uğurlayamadığı" Turgut Uyar
Filmden çıkarken hissettiğim...
Sanki bir arkadaşım karşıma geçmiş, hayatının kapılarını aralıyordu bana. Çocukluğunu, acılarını, arzularını, pişmanlıklarını.. İlk arzusunu, kaybettiği sevgilisini, depresyonunu anlatıyordu. Öyle içten, öyle samimi...
Kapanmamış defterler, söylenememiş sözler, yerine getirilememiş vaatler.. Hepimizin hayatında var olduğu gibi yönetmen Salvador Mallo'nun da vardı iç sızıları elbet..
Mallo, gençlik günleri gerilerde kalmış bir yönetmen. Şaşaalı dönemleri bitmiş, artık üretemiyor, depresyonda ve yalnız.
Bir gün, eski bir filminin yeniden gösteriminde yapılacak söyleşiye başrol oyuncusu ile birlikte davet alır. Aslında başrol oyuncusu ile araları bozuktur ve yıllardır görüşmemektedirler. Yine de o oyuncunun evine gider onu davetten haberdar etmek için ve orada hayatının katmanları açılmaya başlar. Çocukluğu, annesi, mahallesindeki kadınlar, ona ilk defa arzu duygusunu hissettiren boyacı genç delikanlı ve ilk aşkı.. Onu, mağara bir evden şimdi yaşadığı muhteşem müze eve götüren inişli
çıkışlı yollar.. Şartlar ne kadar kötü olursa olsun, yine de annenin yanının en güzel yer olduğu, umarsız çocukluğa duyulan özlem..Hani demiş ya Didem Madak..."Beni anneme götürsün bütün taksiler"..
Almodovar , Salvador Mallo üzerinden kendi otobiyografisini çekmiş bu filmde.
Aslında otobiyografi demek çok ruhsuz olacak bu filmi nitelendirmek için.
Belki ruhunun ya da yüreğinin otobiyografisi demek daha doğru olacak sanki.
Almodovar, hayatının önemlilerine bir resmi geçit yaptırıyor, onlarla defterlerini kapatıyor kendince. Ne güzel olurdu değil mi yeteneğimiz olsaydı da hepimiz kendi filmimizi yapabilseydik, orada söyleyebilseydik kalbimizin derinlerindekilerini.
Almodovar anlatırken, zaman atlamaları ile yapıyor bunu. Kusursuz yapıyor hem de..
Ve hep gözümüzün önünde Almodovar rengi..Kırmızı..
Sanıyorum çekilen ev, kendi eviymiş. Ben bayıldım renk harmonisine ve araya yerleştirilmiş kırmızılara.
Almodovar'ı canlandıran oyuncu Antonio Banderas. Ondan başkası olmazdı zaten.
Banderas'ın oyunculuğunu nasıl anlatsam.. Sanki benim için bundan böyle Almodovar denilince, Banderas'ın yüzü gelecek aklıma. O kadar sahiciydi ki.. Özellikle ilk erkek arkadaşı ile karşılaşmasındaki oyunculuğunu anlatamam.
Yazdıklarımın bundan sonrası seyretmeyenler için keyif kaçırıcı olabilir.
Salvador Mallo, geçmişteki her defteri kapattığında hayata daha çok tutunuyor. Aslında onu hayata en çok tutan şeyin arzu olduğunu ilk erkek arkadaşı ile yeniden karşılaşmasında anlıyoruz. Birini arzulayabildiğini hissetmesi, hastalığı için onu doktora götüren itici güç oluyor.
Ve bu arzu duygusu, onun yeniden doğumunu sağlıyor. Hani, ilk sahne açılışında gördüğümüz, havuzun içinde öyle oturan Salvo. Ameliyatını olmuştur artık, çünkü sırtında boylu boyunca ameliyat izi vardır.
Film aslında sondan başlamıştır.
Ama son olmamıştır, son sahnedeki çekimlerde gördüğümüz gibi..
Ve biz mutlu mesut ayrılırız sinemadan Almodovar'ın bu filminin son olmadığı müjdesini alarak..
18 Eylül 2019 Çarşamba
Kız Kardeşler / 2019
" Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın, aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
Öyle tükettin demektir yeryüzünde" Kavafis
"Size dedemin anlattığı üç nankör kızın masalını anlatayım mı?"
" Anlat baba"
"Anlat demekle olmaz, size dedemin anlattığı üç nankör kızın masalını anlatayım mı?"
"Yaaa baba"
"Yaaa baba demekle olmaz, size dedemin anlattığı üç nankör kız masalını anlatayım mı"
Soru ve cevaplar devam etti bu silsilede ve bitti film..
Köy silikleşti, dağlar silikleşti, hüzünlü bir Azeri türkünün eşliğinde..
Bir masal izledim sanki, yaklaşık iki saat boyunca.
Hani masallarda mekan belli değildir, hep uzaklarda bir yerdedir ya anlatılan o yer. İşte öyle bir yer bu yer de.. Uzaklarda, sert kayalıklı bir dağın eteklerinde bir köy.
Orada yaşayan insanların şivesinden bile anlayamıyorsunuz burası neresi diye. Şive kah orta Anadolu şivesi oluyor, kah Ege şivesi.
Zaman da hiç belli değil. Şimdi de olabilir, yirmi yıl öncesi de, sonrası da..
Zaten ne önemi var ki zaman ve mekanın. Anlatılan insan hikayeleri olunca.
Baba, anneleri ölünce, üç kızını da yakınlardaki bir kasabadaki ailelere besleme olarak verir. Annelerinin de hayattayken arzusudur bu. Kızları daha iyi beslensin ve besleme verildiği ailelerin izin verdiği ölçüde okuyabilsinler diye.
Üç kızkardeş de çeşitli nedenlerle köye geri gönderilir.
Büyük kızkardeşin bebeği vardır artık ve köyün aklı kıt çobanı ile evlidir.
Lakin herbirinin köye niye gönderildiği açık seçik anlatılmasa da cümle aralarında, imalarda anlarız kaba taslak neyin ne olduğunu.
Bir de kasabanın doktoru vardır, Necati. Köyden çıkmıştır vakti zamanında.
Aralarda görünen muhtar ve yine arada sırada köyün çayırlarında taklalar atan bir kadın dışında başka da bir köy sakinini görmeyiz.
Çünkü aslında bu masal, o köyde yaşamak istemeyen ama kasabada besleme olmak dışında bir yolları olmayan üç kızkardeşin masalıdır. Ve tabii babalarının da..
Şaşırtıcı olan kızlar alışageldiğimiz kızlar değil, baba alışageldiğimiz baba değildir.
Hele alışageldiğimiz baba kız ilişkisi hiç değildir.
Kimi isyankar, kimi cinsel dürtülerini ön planda tutan, kimi temizlik hastası olan kızlarına babanın gerçek bir yaptırım gücü yoktur. Otorite baba gibi görünse de, kızlarına sürekli siz " namkörsünüz" dese de, asıl otorite kızlardadır. Onlar yapmak istediklerini yapmakta, babalarına söylemek istediklerini söylemekte hatta zaman zaman babaları ile dalga bile geçmektedirler.
Öyle bile olsa kızların tek çıkış yeri o yoldur, kasaba ile köyü bağlayan o yol. Başka da bir yol bilmezler. Bu yol bir ileri gider kasabaya doğru, bir geri gelir köye doğru.
Tıpkı taklacı kadının taklaları gibi.
Baba ve hatta muhtar da etliye sütlüye karışmazlar, yeter ki o yol kızları kasabaya götürsün. İşin özüne inmezler, esas çözümü bulmaya uğraşmazlar. Ağızları bolca laf yapar ama bir sonuca ulaşmaz...
Köyün kurtarıcısı gibi köye ara ara uğrayan doktor Necati ise, sözde insancıldır, sözde yardımseverdir. Ama " o da bir insan nihayetinde " cümlesinin aslında iyi bir cümle olmadığını farkedemez, karşısındakinin de bunu duyunca iyi hissetmediğini...
Köyün belki de en doğrucusu, en çözüm üreteni Reyhan'ın kocası Veyseldir. Ama hep horlanan da odur.
Tüm bu insanları tanırken, yavaş yavaş tanırız onları, onların başlarına gelen olayları kimi zaman anlar, kimi zaman hisseder, kimi zaman da tahmin ederiz.
Çok acı şeyler de olur ama yönetmen bunu bize duyduğumuz bir çığlık ile, bir kelime ile veya kısa bir görüntü ile verir. Çok üzülmemize bile fırsat vermez, hemen bir sonraki sahneye geçiverir. Yaşam gibi, gerçekleri kabulleniş gibi, ya da masal gibi... Masallarda da çok üzülmeyiz ya, onun gibi belki de...
Film bittiğinde şunu hissettim. Hafiflediğimi...
Ne kadar acı olaylar da olsa, yönetmen Emin Alper bunu hissettirmeyi başarmıştı. Şapka çıkarıyorum bu anlatış tarzına.
Anlatış şekli kadar, yanan ocağın etrafındaki şahane dialogların, araya serpiştirilen mizahın, kullanılan metaforların, muhteşem pastoral görüntülerin ve gerçekten çok iyi seçilmiş müziklerin de etkisi var kuşkusuz.
Üç kızkardeşi oynayan oyuncular, özellikle Ece Yüksel olağanüstü. Veysel'i oynayan Kayhan Açıkgöz keza öyle. İlk kez seyrettiğim oyunculardı, ama hayran kaldım.
Öyleyse gökten üç elma düştü, biri bu yazımı okuyanların başına, biri benim başıma, biri de bu güzel filme tüm emeği geçenlerin başına...
17 Şubat 2019 Pazar
Başkalarının Hayatı / The Lives of Others / Das Leben der Anderen 2006
Oyunlarınızda sevdiğimiz şeyler bunlar; insana olan sevginiz ve insanların değişebileceğine olan inancınız. Bunları, oyunlarınızda ne kadar çok kaleme alsanız da, insanlar değişmiyor."
" Bir duruşun yoksa, insan değilsin. Olur da harekete geçmek istersen beni ara. Yoksa görüşmesek de olur"
Baskın, baskıcı ve özgürlüklerin kısıtlandığı rejimlerde, ilk kıyıma uğrayan aydınlar ve sanatçılar olmuştur her zaman.
Kimi gücün yanında yer almayı seçmiştir, kişisel zaafları uğruna; kimisi de karşısında durmuştur her şartta bu gücün...Özgürce üretebilmek için.
Bi de değişenler vardır..
Orwell'in " Bütün hayvanlar eşittir, ama bazıları daha eşittir" söyleminde sözünü ettiği "daha eşit" sınıfına evrilerek, gücünün olanaklarını bireysel çıkarları, bireysel zaafları için kullanmaktan çekinmeyen, giderek insani değerlerini yitirerek değişenler..
Bir de içindeki iyi, karanlıklara gizlenmiş bile olsa, kimi zaman bir ölümün, kimi zaman bir çocuğun söylediği masumca bir sözün, kimi zaman da kalbe işleyen bir notanın o iyiyi çıkarıverdiği değişimler..
Yıl 1984.. Doğu Berlin
Düşünce özgürlüğü çok uzak..
Doğu Almanya halkı, Doğu Alman Gizli Servisi Stasi tarafından, sıkı denetim altında tutulmaktadır.
Stasi, 100 bin çalışanı ve 200 bin muhbiri ile Proleterya Diktatörlüğünü korumaktadır.
Amaç ise: Herşeyi bilmektir.
Film Doğu Almanya ve Stasi ekseninde ilerlese de, aslında filmin arka planıdır bu durum.
Asıl insanın değişimidir bize gösterilen..
Yazar Dreyman ve istihbaratçı Yüzbaşı Wiesler'in değişimi.
Dreyman, rejime çok da sesini çıkarmayan, uyumlu davranan bir yazardır. Sevgilisi oyuncu Christa Maria ile birlikte yaşamaktadır.
Yüzbaşı Weisler ise, bekar, yalnız yaşayan, işine ve rejime sıkı sıkıya bağlı, akademide soruşturma teknikleri ile dersler veren bir istihbaratçıdır.
Bir tiyatro oyununda, oyuncu Christa'yı seyreden Kültür Bakanı, istihbarata Dreyman ile ilgili şüpheleri olduğunu, onu izlemeye almalarını emreder. Amacı Christa'yı elde edebilmek için, Dreyman'ın bir açığını yakalamak ve onu safdışı etmektir.
İzleme görevi Wiesler'e verilir. Wiesler, Dreymanın evinin çatısına bir düzenek kurarak gece gündüz yakın izlemeye alır yazarı.
Bir gün Dreyman, yakın arkadaşı olan ve kara listede olduğu için yıllardır çalıştırılmayan yönetmen arkadaşının intihar haberi ile sarsılır. Ve dönüşümü başlar sisteme karşı..
Wiesler'in dönüşümüne ise, bir sonat vesile olur. Sonatı, ölen arkadaşı Dreyman'a hediye etmiştir doğum gününde. İsmi ise " İyi bir insan için sonat' dır...
Ve der ki Dreyman piyanosu ile çalarken bunu " Bu müziği bir kereliğine bile bütün kalbi ile dinleyen biri artık kötü bir insan olamaz"
Ve notalar dökülürken piyanodan, Weisler'in gözlerinden yaşlar akmaktadır, izleme yaptığı çatı katında..
Filmin bundan sonrasını keyif kaçırıcı olduğundan anlatmak istemiyorum. Ama müthiş bir finali olduğunu söylemeden geçemeyeceğim.
Film, Florian Henckel von Donnersmarc'ın ilk uzun metrajlı filmi. 2006 yılı yapımı bu filmi çok geç keşfettim. Keşfetmem, yeni filmi "Asla Gözlerini Kaçırma" sayesinde oldu..
İki film ile bir yönetmenin alamet-i farikası şudur demek biraz iddialı kaçsa da; yine de söylemeden edemeyeceğim.. İlk filmi ile değişim, ikinci filmi ile de yaratım sürecini anlatan yönetmen, insanı anlatırken tarihsel dokuyu arka plana alıyor.
Ve son filmindeki gibi, bu filmde de dramatize etmiyor, duygu sömürüsü yapmıyor, bağıra bağıra bir sistem eleştirisi yapmıyor. Bir belgesel gibi izlettiyor bize olanı, biteni. Renklerle veriyor o dönemin soğukluğunu ve hüznünü.
Ve finalleri ile bizi koltuğumuza mıhlıyor ve arkasından uzun süre etkisinden çıkamıyor ve düşünüp duruyorsunuz her ayrıntıyı.
Yine oyuncular çok güçlü. Özellikle Ulrich Mühe müthiş. Donuk yüzü hiç değişmedi ama o gözler öyle çok şey anlattı ki..
Meğer Mühe bu filmden kısa bir süre sonra mide kanseri nedeniyle ölmüş. Ve meğer o da Stasi döneminin izlenenlerindenmiş. Ve eşi onu ihbar ettiği için, onunla evliliğini bitirmiş. Kendisine yöneltilen " Bu filme nasıl hazırlandınız?" sorusuna ise " Sadece hatırladım" diyerek cevap vermiş.
Filmin müzikleri, Gabriel Yared tarafından bestelenmiş ve çok etkileyici.
Bazı filmleri seyredince, içimde tarif edilmez bir mutluluk oluşuyor.
Bu film de öyleydi.
Hele sonundaki replik...
" Hediye paketi ister misiniz?"
"Hayır, bu benim için"
Filmi izleyin.. Ne dediğimi anlayacaksınız.
Ve hatta filmi izledikten sonra Gabriel Yared'in bu film için bestelediği "Sonata For a Good Man" i açın, takın kulaklığınızı ve hayal edin...
Buralarda bir yerlerde de insanların içlerindeki karanlık, cehalet, hırs, öfke dehlizlerine ulaşan notaların, gizlendikleri yerlerden onlardaki iyiyi çıkarmasını ve bizim de yıkılmasını duvarlarımızın, tıpkı Berlin'deki gibi...
14 Şubat 2019 Perşembe
Werk Ohne Autor / Never Look Away/ Asla Gözlerini Kaçırma 2018
"Şimdi size rastgele altı rakam söylesem, hiçbirşey ifade etmez. Ama bunların lotoda kazanan numaralar olduğunu söylersem bambaşka bir anlam kazanır." Barnert Kurt
Gerçekte, şiir, resim, müzik öylesine mi üretilmiştir sanatçı tarafından?
Neden yaratır bir sanatçı?
Kimi zaman yoksulluğu ve acıları içinde, kimi zaman öfkeyle soluyarak, iğne ile kuyu kazar gibi yaratmaya iten güç nedir onu?
Şair Paul Claudel, Jacques Rivier'e yazdığı bir mektubunda şöyle yanıtlamış, bu sorunun cevabını.. " Shakespeare'in ya da Dostoyevski'nin, Rubens'in ya da Tiziano'nun ve Wagner'in sanat için mi çalıştıklarını sanıyorsunuz? Hayır! Onlar ne pahasına olursa olsun, yüklerinden kurtulmak, canlı varlıklarının ağırlığını dışarıya atmak için çalışıyorlardı" .
Ne güzel bir anlatım.. Sanki düş görmek gibi.. Eser yaratarak, bilinçaltının baskısından kurtulmak...
Film, Kurt'un çocukluğundan başlayarak eserlerini yaratma sürecini anlatır bize..
Kurt'un çocukluğu Nazi Almanyasında geçer. Geniş bir aileye sahiptir. Ama teyzesi Elizabeth ile çok özel bir ilişkisi vardır. Teyze, psikolojik sorunları olan bir kadındır. Hitler'in aryan bir ırk yaratmak için kurduğu Kalıtsal Sağlık Kurumu tarafından zorla alıkoyulan Elizabeth'in sonu maalesef gaz odası olacaktır.
Teyzesinin zorla alıkoyuluşuna şahit olan Kurt, küçücük hali ile bunu kaldıramaz ve elini gerçeklik ile gözleri arasına koyarak, "asla gözlerini kaçırma" diye haykıran teyzesinin görüntüsünü bulanıklaştırmış olur. Ve bu, sanatının itici gücü olacaktır sonraki yıllarında..
Savaş biter, Almanya yıkım içindedir. Kurt ve ailesi Doğu tarafındadırlar ve artık sosyalist bir rejim altındadırlar. Kurt artık genç bir delikanlıdır, akademide okumaktadır.
Nazi döneminde, ari Alman kültürünün kirletildiği düşüncesi ile, modern resimden nefret edilmektedir. Hatta Hitler'in emriyle 1937'de " dejenere sanat sergisi" ismiyle bir sergi açılmış ve orada Picasso, Mondrian gibi sanatçıların resimleri sergilenmiştir .
Sosyalist rejimde ise, akademideki öğrencilere sürekli orak, çekiçli resimler yaptırılmakta, toplumsal gerçekçilik dışında hiçbir sanat akımı kabul edilmemektedir.
Kurt, bu sırada moda tasarım öğrencisi Ellie ile büyük bir aşk yaşamaktadır. Ellie'nin babası Profesör Seeband, Nazi döneminin SS subayıdır. Bir taraftan Seeband'ın kızıyla ilişkilerini engelleme çabaları, bir taraftan da özgürce yaratamamanın verdiği huzursuzluk, Kurt'un Ellie ile birlikte Batı Almanya'ya kaçmasına neden olur. 30'lu yaşlarında tekrar akademiye başlayan Kurt, birgün içindeki itici gücü keşfedecek ve artık, yaratmaya başlayacaktır eserlerini...
Filme esin kaynağı, Alman ressam Gerard Richter.. Çocukluğu Nazi Almanyasında geçen ressam bulanıklaştırılmış fotoğraf resimleri ile tanınıyor.
Film, 30 yıllık bir süreyi anlatırken ve yaklaşık üç saat sürerken, bir an bile filmden kopmuyorsunuz. Çünkü hem hikaye anlatımı ile hem de çok kuvvetli oyuncular ile o kadar müthiş bir iş çıkarmış ki yönetmen, Florian von Donnersmarck.. Bir yandan bir sanatçının yaratım sürecini dolu dolu izlerken, bir yandan da hangi yönden gelirse gelsin, ideolojik baskıların insanların ruhuna, yaşamlarına nasıl da onarılmaz zararlar verdiğini görüyorsunuz.
Ve Umberto Eco'nun " Faşizm yeniden Nazi üniforması ile gelmeyecektir" dediği gibi, sivil faşizmin de üniformalı faşizm kadar yıkıcı olabileceğini bir kez daha anlıyorsunuz.
4 Şubat 2019 Pazartesi
Kefernahum ( Capernaum) 2018
" Neden ailene dava açtın ?"
"Beni dünyaya getirdikleri için"
"Peki ailenden ne istiyorsun?"
"Artık çocuk yapmamalarını"
Birini bıçakladığı için hapiste olan Zain, hapiste iken bir televizyon programına telefon ile bağlanarak ailesini dava etmek istediğini söyler.
Film, Zain'in anne babasına açtığı davanın görüldüğü mahkeme ile açılır. Sonra geçmişine gideriz Zain'in, onu hapishaneye götüren sürece, onun yaşamına tanıklık etmeye.
Lübnan'da sefalet içinde yaşayan çok çocuklu bir ailenin, çocuklarından biridir Zain. Kimliği olmayan, yaşı bile tam bilinmeyen, sokaklarda kardeşleri ile birlikte para kazanmaya çalışan, okula gitmemiş, anne ve babasından kötü söz ve dayaktan başka birşey görmemiş 12 yaşlarında bir çocuk..Ama yeri geldiğinde, anne babasının yapmadığı koruyuculuğu kızkardeşine yapmak için savaşan bir çocuktur Zain..
Ama ne de olsa çocuktur, engel olamaz 11 yaşındaki kızkardeşinin evlendirilmesine. Ve evden kaçar, sokaklarda yaşar, iş arar ve sonunda kaçak göçmen Etiopyalı bir annenin 1 yaşındaki çocuğuna bakmaya başlar, annesi işe gittiğinde. Anne, bir gün kaçak olduğu için tutuklandığında, o minicik bebecikle yapayalnız kalır ama yine de ne yalnız ne de aç bırakır bebeği..Ve bir karar vermesi gerekecektir Zain'in, onun için çok zor olsa da...
Film boyunca, Zain'in yaşamına ve yaşadıklarına tanıklık etmek çok zorlayıcı idi ve sürekli hissettiğim derin bir çaresizlikti. Çünkü Zain hayal mahsülü biri değil...Çünkü, hemen yanıbaşımızda olan , uzaklarda olan, gördüğümüz, duyduğumuz, izlediğimiz yüzlerce, hatta binlerce Zain'ler var...
Çünkü Ortadoğu bataklığı diye bir yer var..Pislik, kokuşmuşluk, alavere, dalavere, çocuk şiddeti, istismarları, çocuk yaştaki evlilikler ve geleceğini düşünmeden bir gecelik zevk uğruna doğurulan çocuklar var..
Ve bu çocuklar artık her yerde...Başka bir ülkeye mecburi göçün zorlayıcılığı da biniyor küçük omuzlarının üstüne, bugüne kadar yaşadıkları yetmezmiş gibi..
Yönetmen Nadine Labaki, olduğu gibi anlatmış olanları, gerçekci ve yalın bir şekilde. Sanki bir nevi belgesel gibi. Bunda oyuncuların amatörlerden seçilmesinin de etkisi var. Zain, sokaklardan seçilmiş Suriyeli bir mülteci...Oynadıkları, zaten gerçek hayatında yaşadıkları..Ama yine de hayran kaldım, yüzündeki o ifadeye, gözlerindeki bakışa.. Hele bebek Yonas ile sahneleri, muhteşemdi.
Filmi seyrettikten sonra daha önce hiç duymadığım Kefernahum'u araştırdım.
Meğer kelime aslen Fransızcadan geliyor ve kaos anlamı taşıyormuş. İncil'de adı geçen bir köymüş Kefernahum ve çok kaotik olduğu için lanetlenmiş.
Ve yine araştırırken edindiğim bir bilgi...
Zain, filmden sonra mülteci olarak ailesi ile birlikte Norveç'e yerleşmiş ve okula başlamış.
Sahar (Zain'in evlendirilen kızkardeşi) Beyrutta evsiz bir çocukmuş, artık evsiz değilmiş ve Unicef'in yardımları ile okula başlamış.
Yonas bebek, ailesi ile birlikte sürekli sınır dışı edilme korkusu yaşıyormuş. Filmden sonra güvenli bir şekilde ailesi ile birlikte Kenyaya dönüp ana okuluna başlamış.
Yapım ekibi, oyuncular ve ailelerine yardım etmek üzere Capernaum vakfını kurmuşlar.
Bu filmi, herkes seyretmeli. Özellikle " bu Suriyeliler" ile başlayan cümleler kuranlar seyretmeli. Özellikle yüzünü doğuya çeviren, bizi Araplaştırmak isteyenler seyretmeli.
Evet, belki... Çaresizce seyredeceğiz, , üzüleceğiz ve hiçbirşey yapamadan kendi hayatlarımıza devam edip gideceğiz ve o çocuklar o acıları yaşamaya devam edecek..
Ama yine de onların da bizim çocuklarımız olduğunu görebilirsek bir nebze de olsa.. Belki birşeyler küçük de olsa değişmeye başlar mı? Başlasın lütfen...
27 Ocak 2019 Pazar
The Favourite (Sarayın Gözdesi) 2018
Dediler ki...Lanthimos bu kez, tarzının dışına çıkan bir film çekmiş.
İzledim.. Ama bence, tam Lanthimos tarzı...
Daha önceki Kutsal Geyiğin Ölümü hakkındaki yazımda yazmıştım. " Bazı yönetmenlerin alameti farikaları vardır her filminde görebildiğimiz. Lanthimos da işte böyle bir yönetmendir" diye..
Bu filmi de bence hiç şaşırtıcı olmadı Lanthimos açısından.
Köpek dişi filminde devleti, Lobster filminde toplumu, Kutsal geyiğin ölümü filminde ise vicdanı sorgulayan yönetmen, bu filminde iktidarı sorguluyor.
Ve yine bir distopi oluşturuyor. Bu dönem filmi, distopi bunun neresinde diye sorabilirsiniz. Geleceğe ait distopik bir dünya çizilir de, geçmiş, hele 1700 lerde bir sarayda yaşanılan, geçmişe ait öğeler de günümüzden bakınca distopik gelmiyor mu size de? Hele Lanthimos'un gözünden bunca çıplaklığı, çirkinliği ve kirliliği ile verilirse.
Zaman 1700 ler. İngiltere'de Kraliçe Anne iktidarda. İngiltere, o sıralar Fransa ile savaş halinde.
Ruhsal ve bedenen hasta olan ve sorumluluklarını yerine getirmekte zorlanan kraliçenin en yakın arkadaşı Lady Sarah ona her konuda yardımcı ve hatta çoğu kararda etkin rol oynuyor. Kraliçe ile arasında duygusal bir ilişkisi de olan Sarah'ın konumu, Sarah'ın kuzeni olan Abigal'in saraya hizmetçi olarak gelişi ile birlikte sarsılıyor ve Abigal ile Sarah arasında bir güç savaşı başlıyor.
Lanthimos bu güç savaşını bize gösterirken, herşeyi olduğu gibi, tüm çıplaklığı ile görüyoruz. Zaaflar, çirkinlikler, yaralar, dürtüler herşey ortada. Kim haklı, kim haksız yok. Kimsenin tarafını tutamıyoruz, tutmuyoruz.
Kadınların savaşı ön planda; ama sarayın erkekleri de var elbette bu dünyada. Onların da kendi dünyalarındaki zaafları, dürtüleri, çirkinlikleri yine olduğu gibi, ortada.
Çok az sahne dışında, tüm film boyunca sarayın duvarları arasındayız. Lanthimos doğal ışıkta çekim yaparak tüm kasvetini ve aynı zamanda muhteşemliğini yansıtmış sarayın. Dönen kamera çekimleri ile müthiş bir görsellik sunmuş bize.
Ayrıca, sadece Kraliçe Anne'in odasında yapılan çekimlerde balık gözü çekimi kullanmış. Neden diye düşündüm. Balık gözü lens ile yapılan çekimlerde görüş açısı genişler, aynı anda çok geniş açıları bile kadrana almayı sağlayarak, mekanı olduğundan daha devasa gösterir. Lanthimos, ya kraliçeliğin haşmetini göstermek için kullandı bu kamerayı diye düşündüm. Ya da tam Lanthimosvari bir yaklaşım olarak, o muhteşemliğin içinde hasta, tombul ve çirkin Kraliçe Anne'ın tezatlığını daha bariz hale getirmek için, daha gözümüze sokmak için bu çekimi yaptığını..
Demiş ya Lanthimos bir söyleşisinde " Filmler sadece dünyamıza kattığımız değerlerdir ve değerleri herkesin kendisince deneyimlemesini umuyorum her zaman"
Kraliçe Anne rolündeki Olivia Colman ve Lady Abigail rolündeki Emma Stone müthişler. Lady Sarah'ı oynayan Rachel Weiss de oldukça iyi bir performans sergiliyor.
Kostümler ve dekorlar çok güzel. Özellikle maskülen Sarah'ın ona çok yakışan kostümleri ile daha feminen tarzı olan Abigail'in kostümleri çok güzeldi.
Saray filmlerini çok sevmem, hele İngiltere hanedanlığı ile filmlere hep uzak durmuşumdur.
Ama bu film kendini başından sonuna çok büyük keyif ile seyrettirdi. İşte Lanthimos farkı...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)