Sinema sanatını çok seviyorum. Okumayı çok seviyorum.Yazmayı en çok seviyorum. Bir filmi izledikten, bir romanı okuduktan sonra düşüncelerim kelimelere dökülüyor. Ve ben o filmi , o romanı hep hatırlıyorum kendi kelimelerimle. Bir sanatı yorumlamak beni de o sanatın içine dahil ediyor ve bundan büyük keyif alıyorum. Bunu geç farkettim..Ama iyi ki farkettim....
5 Kasım 2017 Pazar
Anna Karenina/Devlet tiyatroları/2017
Anna Karenina / Devlet Tiyatroları /2017
Yaşadığı yasak aşkı yüzünden hayatından olan güzel Anna Karenina'nın romanını bilmeyen yoktur.
Aslında roman yalnızca bir yasak aşkı anlatmaz. Tolstoy tam bir dönem romanı yazmış ve aristokrasiyi de yerden yere vurmuştur romanında. Rivayet olur ki romanın karakterlerinden Konstantin Levin aslında kendisidir.
Anna Karenina'nın romanını okumuştum yıllar yıllar önce. Sonra iki filmini de seyrettim biri 2007, biri de 2012 yapımı.
Herbirini ayrı sevdim. Hele 2012 yapımı filmi çok beğenmiştim çekim teknikleri açısından. Sinemada adeta bir tiyatro izletiyordu yönetmen bize..
"E bu kadar geçmişimiz, iletişimimiz olan Anna Karenina artık beni nasıl şaşırtabilir, hem de tiyatroda" diyerek gittim bugün Çayyolu Cüneyt Gökçer sahnesine..Hem de yağmurlu, gri bir Ankara öğleden sonrasında, içim epeyce kararmış halde..
Şaşırtırmış meğer.. Bir yönetmen, bir dekor, bir ışık, muhteşem oyuncular, danscılar ve sanki o müzikler olmasa herşey epey eksik kalacakmış gibi hissettiğiniz içinizde patlayan müzikler; şaşırtıp iki perde oyunu bir solukta, hayranlıkla izletirmiş.
Şöyle anlatayım...Bir dekor var ama yok aslında. 3 boyutlu görünen, alçalan, yükselen ve her alçalışın, yükselişin başka duygulara karşılık geldiği bir tavan var sadece..
Bir de oyuncuların biteviye taşıdığı bavullar, sandalyeler, kırmızı uzun kurdaleler, beyaz uzun çarşaflar, ipler, küçücük masalar..Hepsi metafor.. Hepsinin bir karşılığı var..Kan, üzüntü, sıkıntı, affediş, içimizdeki yükler, kafa karışıklığı, ölüm, acı...
Oyuncuların hepsinde mikrofon var.. Oyunun tümünde çalan müzik nedeniyle replikleri duyabilelim diye belli ki.. Ama nefeslerini de duyuyorsunuz, sıkıntıda, karmaşada, aşkta, kavgada, hastalıkla ritmi ve derinliği değişen nefesleri duymak sizi yaşanılan duyguların içine çekiyor, bırakmıyor.
Oyuncuların çoğu beden dilini çok iyi kullanan danscılar.. Yazarak tarif edemesem de şunu diyebilirim en azından..Bedenlerin her deviniminin ruhlarda kopan her bir fırtınayı birebir verebilmesi çok sarsıcıydı.
Filmleri yorumlarını yazarken, bu oyunu yazdığım kadar zorlanmamıştım..
Hatta yazmasam mı diye de düşündüm belki tam olarak hissettiklerimi yansıtamayabilirim diye..
En iyisi, Ankara'da yaşıyorsanız bu oyunu görün.. Ve hatta başka şehirlerdeyseniz de bir Ankara gezisi planlamaya değer bu oyun için..
4 Eylül 2017 Pazartesi
Rememory/2017
Eskilerden bir söz vardır.."Hafıza i beşer nisyan ile malüldür"diye..
Yani insan hafızasının eksikliği unutmaktır. Yani insan unutur.
Zorlansak da kimi zaman unuttuklarımızı hatırlamaya... Unutmak, unutabilmek çoğu zaman yaşamı sürdürebilmemizi sağlamıştır.
Bir an düşünün en büyük acıyı yaşadığınız o günü..
Ya da ilkokulda öğretmeninizin sizi herkesin içinde azarladığı ve utancınızdan okulu bırakmak istediğiniz günü..Dizinizden yaralandığınız düşüşünüzü. Evin yolunu bulamayışınızı...İlk öpücüğü..Bebeğinizi kucağınıza verdikleri anı..Öbür dünyaya uğurladığınız annenizi, babanızı...Mezuniyetinizi...Kalbinizi acıtan o terkedilişi...
Düşünün bir an...O günkü gibi hissedebiliyor musunuz? Acınız, sevinciniz, o anda yaşanan detaylar, sesler, görüntüler, kokular...Hangisi var hafızanızda?
Hatıralarımızda bizi üzen, bizi kıran, bizi acıdan kıvrandıranları daha unutmaya meyilliyiz galiba.. İçinde sevgi, mutluluk olanlar daha hatırlanası...
Hatırlanılanlar bile yaşanılan en saf halinde kalamıyor zaman geçtikçe...Bazen bir şarkı, bazen bir koku, bazen de söylenen bir söz çıkarıveriyor en derin yerinden onları..
İnanıyorum, kokunun, müziğin, renklerin ve hatta yemeğin bile bir hafızası var beyin kıvrımlarımızın içinde..
Ve hafıza içine girince kaybolabileceğimiz bir dehlizdir aslında..
Filmde bir psikolog var hafıza ile ilgili çalışmalar yapan..Gordon Dunn..Bir makina icat etmiş hastalarını iyileştirmek amaçlı. Makina, kişinin anılarının ilk günkü saf, filtrelenmemiş halini kayıt ediyor.
Ve bir grup hastanın kayıtlarını elde ediyor bu alet ile. Bir akşam ofisinde ölü bulunan psikoloğumuzun icat ettiği makina da kayıplara karışıyor.
Sam Bloom, kendi kullandığı arabanın kaza yapması ile kardeşinin ölümüne sebep olmuş, maketler yaparak hayatını kazanan bir adam.. Kardeşinin ölürken söylediği son sözlerini hatırlayamadığı için psikolog Gordon Dunn ile iletişime geçmiş daha önceleri. Gordon'un ölümü ile birlikte ölümün nedenini araştırmaya başlıyor. Sonunda da aydınlatıyor hem ölüm nedenini hem de kendi unuttuğu hafızasını..
Film enteresan bir hikaye üzerine kurgulanmış. Ama ya hikaye kötü yazılmış ya da kurguda eksiklikler var. Filmde hem kayıt altına alınmış hastaların öyküleri, hem Sam'in kendi öyküsü
hem de bir ölümün araştırılması olunca dikkat dağılıyor. Mantıksal kopukluklar, biraz zorlama tesadüfler ve finalde bıraktığı tatminsizlik duygusu eklenince ortalama bir film olduğu düşüncesindeyim..
Filmin en güzel yanı Peter Dinklage.. Ben takipçisi değilim ama Games of thrones seyircileri yakından tanıyordur bu oyuncuyu. Küçük dev adam bence yerinde bir tanım olur. Müthiş bir oyuncu.
Peter Dinklage'den söz edince, beni düşündüren bir ayrıntıdan bahsetmeden geçemeyeceğim. Çoğu kişinin bildiği gibi Peter bir cüce. Ve filmde herşeyin küçültülmüş maketini yapıyor. Tüm karakterlerin ve mekanların. Ve onların yanında "dev" gibi oluyor....
Ve ben hala bu ayrıntıyı düşünüp duruyorum..
Filmi çok vaktiniz varsa seyredin derim.. Ama bir "Eternal sunshine of the spotless mind" olmadığını bilerek..
1 Temmuz 2017 Cumartesi
Perfetti Sconosciuti ( Perfect Strangers) / 2016
"İnsanlar ayrılmayı öğrenmeli"
Bu replik, filmin özeti sanki...
Evet, insanlar, ayrılmayı öğrenmeli..
İnsanlar, kendileri ile olabilmeyi öğrenmeli..
İnsanlar, iki yüzlü ilişkilerdense tek başınalıklarının daha huzurlu olabildiğini öğrenmeli..
Son yıllarda, hayatımıza inanılmaz hızla giren teknoloji, bizi daha çok insana bağlarken, daha çok yalnızlaştırıyor galiba...Sanıyoruz ki daha çok arkadaş edinebiliriz, daha iyi sevgililer bulabilir, mükemmel evlilikler yapabiliriz.. Ama hızla bulunanlar hızla tüketiliyor sanki.. Ve nasılsa kolay ya kaybedilenin yerine yenisini bulmak.. Dünya ayaklarımızın altında ya.. Herkes, herşey bir tık uzağımızda ya.. Akıllar başlardan gidiyor....
Film, 7 eski arkadaş arasında geçiyor. Üç evli çift ve bekar arkadaşları...Dolunay tutulmasının olduğu bir akşam, akşam yemeği için toplanıyorlar. Bir masa etrafında yenilen yemekler ve şaraplar eşliğinde sohbet koyulaşıyor ve konu cep telefonlarına geliyor.. Ve bir oyun oynamaya karar veriyorlar. Herkes cep telefonunu masanın üstüne koyacak. Gelen mesajlar herkese okunacak, gelen aramalar hoparlör ile herkese dinletilecek.. Sonrası.. Oyun, oyun olmaktan çıkıyor.. Sırlar, yalanlar, ihanetler, ikiyüzlülükler bir bir ortaya dökülüyor..İlişkilerin, arkadaşlıkların gerçek yüzü de..
Film, tek mekanda geçiyor..Şahane dialoglar ve çok doğal oyunculuklar ile bir an bile sıkmıyor izlerken..
Ferzan Özpetek filmlerini andırıyor.. Kocaman masa, yemekler, karışık ilişkiler..
Ve sonunda bizi ters köşe yapıyor finali ile..
Ve koca bir soru bırakıyor akıllarda.. Herşeyi bilmek mi?.. Hiçbirşey bilmeden mutlu, mesut hayata devam etmek mi?
28 Mayıs 2017 Pazar
Η Ροζα Της Σμυρνης ( İsmail ve Roza) 2016
İki yakanın insanları...
İki yakanın acıları..
İki yakanın aşkları...
Yıllar geçse de unutulmayan yürek sızıları, hüznün hep kendini hissettiren kokusuna bürünür bu topraklarda..
Bunca insanı ayıran, zorla yerinden, yurdundan edilen masumları bir kıyısından diğerine taşıyan bu deniz, Ege denizi...Sanki tüm acıları dibine çekmiş, sanki tüm yaşanılanların üstünü örtmüş gibi olağanüstü güzelliği ve duruluğu ile öylece durur karşımızda.. Hiçbirşey olmamış gibi..
Ama denizden gece esen rüzgar fısıldar bize Dimitri ileAyşe'nin ya da Eleni ile Tacettin'in öyküsünü.. Bazen de yakamozların ışıltısında bir damla gözyaşı görüveririz kalplerden akan...
Bu kez de yönetmen George Kordellas anlatmış bize İsmail ve Roza'nın öyküsünü..Yannis Yanellis Theodosiadis'in aynı isimli romanından uyarlanan bu film, mübadele nedeniyle yarım kalmış, ama bir türlü unutulmayan bir aşkı anlatıyor...İzmir Bornova'da yaşayan Roza ile İsmail'in aşkını...
Yıllar sonra Dimitri isimli antikalara meraklı bir adamın, İzmir'deki bir antikacıda bulduğu kanlı bir gelinlik ve bir fotograf ile bu hikayenin peşine düşüşünün öyküsü olan film,1987 lerde, İzmir, İstanbul, Atina ve Midilli'de geçiyor..
Belki oyuncular çok parlak değil... Belki öykü çok bildik.. Ama tüm film boyunca acı ve hüzün sizi sarıp sarmalıyor.. Finalinde ise gözyaşlarınız akıp gidiyor bu yaşanılanların gerçek olduğunu bildiğinizden belki de..
Bir yazar "hasret en büyük esarettir" demiş.. Pek de doğru demiş..
Filmin henüz altyazılı linki yok.. Ben, Yunancasını seyrettim.. Ama biryerlerde rastlarsanız altyazılısına seyredin derim..
Seyredemiyorsanız bile, Haris Alexiou'nun bu film için söylediği " μια φονη " şarkısını dinleyin bu yazdıklarımı okurken.. Ve ordaysanız eğer Ege'ye doğru bir kadeh kaldırın iki yakanın tüm yarım kalan aşklarına..
3 Mart 2017 Cuma
İstanbul Kırmızısı ( Rosso İstanbul) / 2017
" Ben herkesi kaybettim..
Ama kimse beni kaybetmedi..
Çünkü ben kimsenin olmadım..
Hiç kimsenin kaybettiği olamadım"
Nedenli, nedensiz, kalabalıklarda da, tenhalarda da, evliyken de, bekarken de, gençliğinde de, yaşlılığında da kimsenin kimsesi olamamışlar vardır ya hani..
Aykırı hayatların, yanlış tercihlerin, terk edişlerin, terk edilişlerin, geçmişe saplanışların ya da şimdiyi ıskalayışların bazen de korkulara yenilişlerin getirisidir..Ama hepsinin ortak noktası derin ve acı bir hikayedir.
Ferzan Özpetek, yine bu insanları anlatıyor, her filminde olduğu gibi...
İstanbul'da bir yalıda oturan, belli ki geçmişi şaşalı ama şimdi yalıdan çıkmak zorunda kalan yaşlı ve yalnız bir anne, İstanbul'da yaşarken oğlunu trajik bir kaza ile kaybettikten sonra Londra'ya göç eden bir yazar, Paris, Berlin arasında yaşamını sürdüren, ama geçmişe takılıp kalan tanınmış bir yönetmen, evli ve güzel bir kadın, uyuşturucu ile geçmişini uyuşturmaya çalışan bir heykeltraş...
Hepsinin ortak noktası mutsuzlukları, çıkmazları ve hayata uyumsuzlukları..
Yazar Orhan, yönetmen Deniz'in yazdığı kitap ile ilgili yıllardan sonra ilk kez İstanbul'a geliyor. Ve
Deniz'in annesinin yalısında kalmaya başlıyor. Ve bir gün sonra,ortadan kaybolan Deniz'in ardından
çözülmeler başlıyor. Hem geçmiş hem de duygular gün yüzüne çıkıyor..
Olayları izlerken, olağanüstü İstanbul, fonda bize eşlik ediyor. Ve kırmızının her tonu...
Özpetek, anlatmıştır kitabının ilk çıktığı günlerde neden " İstanbul Kırmızısı" koyduğunu romanının adını..Annesi hastalanıp yatağa düştüğünde oğlundan oje ve ruj istemiş..İstanbul kırmızısı olsun diye de ekleyerek..
İstanbul belki herkes için başka renk... Ama kırmızı da çok yakışmış ona..Oğuz, " İstanbul tam bir orospudur, herkesi kabul eder" diyor ya filmde...Belki de kırmızının yakışması ondandır...
Filmin kitabını okumuştum ilk çıktığı yıl 2014'de...Film ile roman birbirinden çok farklı..Bu çoğu zaman rastladığımız bir durum olsa da Ferzan Özpetek bunu bilinçli yapmış. "Farklı yapmasaydım sıkılırdım" diyor bir röpörtajında..
Farklı evet ama...Bazı şeyleri de bu kadar farklı yapmak beni hayal kırıklığına uğrattı. Kitabında Gezi olaylarına epey yer vermişti. Ve hatta romanın kadın kahramanı Anna bir gece dışarı çıkar ve duvara
yazı yazan gençlerle karşılaşır. Duvarda şöyle yazıyordur. " En son ne zaman birşeyi ilk kez yaptın?"
" Sakin ol ve bir devrim başlat." Bunları görmesi ile Anna'nın o ana kadar fark etmediği tekdüze
yaşamını ani bir kararla arkasında bırakışı ve Gezi protestolarına dahil oluşu anlatılıyordu romanda. Filminde ise Gezi'den tek kelime bile bahis yok. Sadece bir sahnede Cunartesi anneleri geçiyor, belki de Deniz'in kaybolmasına atfen..
Yine kitabında Deniz ile Yusuf'un çocukluktan gençliğe ilk geçtikleri yaşlarda yaşadıkları eşcinsel ilişki o kadar üstü kapalı veriliyor ki filmde, kitabı okumayan çoğu kişinin anlamama ihtimali bile var..
Hani diyorum yönetmen, ilk yaptığı Türk filminde tutucu mu davranmak istedi tepkilerden korktuğu için...Ama sen bizi hiç mi tanıyamadın Ferzan? Biz Hamam olsun, Cahil Periler olsun; filmlerindeki renkli, duygulu , eşcinsel karakterlerini çok sevmedik mi, senin filmlerinin olmazsa olmazı bilmedik mi onları?
Dedim ya hayal kırıklığına uğradım bir yandan...Bir yandan da hayranlıkla seyrettim filmi..
Bir yönetmen nasıl olur da aşık olduğum şehre benim bir daha aşk duymamı sağlar? Yapmış iste..Renkleri ile ve sesleri ile yapmış..Bu sefer müzik az filmde...Yerini İstanbul'un sesleri almış.
Filmin romanı aslında Ferzan'ın otobiyografisi şeklinde... Gerçi romanda da filmde de bilinçli olarak havada kalan şeyler olsa da, özellikle hayal gücümüze bıraktığını düşünüyorum ve bu çoğu filmde olduğu gibi hoşuma gidiyor.
Nejat İşler, Halit Ergenç ve Mehmet Günsür hep sevdiğim ve beğendiğim gibiler...Oyunculukları tartışılmaz iyi..Ama Tuba Büyüküstün için aynı şeyi söyleyemeyeceğim...Donuk bir oyuncu..Sadece zarif ve çok güzel...Kısa saç da bir insana bu kadar mı yakışır? Bayıldım..
Yardımcı oyunculardan Deniz'in annesini oynayan Çiğdem Selışık Onat'ın performansını çok beğendim.
Serrra Yılmaz...Ferzan Özpetek'in istisnasız her filminin baş köşesindeki oyuncusu...Bu filminde de yapıyor yapacağını, beni kendine hayran bırakarak...
Ve Ferzan Özpetek...Aşkın yönetmeni, duyguların yönetmeni, insan hikayelerinin yönetmeni..Ben, sen ne yapsan seyrederim...
" İmkansız aşklar, yarım kalmış aşklar var...Var olabilecekken olmamış aşklar olduğunu öğrendim..Kışı andıran bir yürektense, bir yangın yeğdir..Duygular söz konusu olunca, gizemli yasalarca yönetildiğimizi, belki kader, belki serap; ama kesinlikle akıl ermez, açıklanamaz birşeylerin var olduğunu öğrendim..Bu bir gizemin içine girmek gibidir; sınırı atlamak, eşiği aşmak gerekir. Ve orada bu gizemle mümkün olduğunca uzun süre kalmayı denemektir.. " diye bahsediyor aşk hakkında öğrendiklerini romanında...
Ben de " Eşiği atlamak isteyenlerdenseniz... O zaman film tam size göre..." diyorum....
22 Şubat 2017 Çarşamba
Nocturnal Animals( Gece Hayvanları) 2016
"Oysa herkes öldürürür sevdiğini
Kulak verin bu dediklerime " demiş Oscar Wilde.
Kimi sözleri ile, kimi yaptıkları ile kimi de terkederek yapmaz mı bunu insan sevdiğine?
"Everytime we say goodbye, i die a little" diyen şarkıdaki gibi, her terkediliş içimizdeki birşeyi de söküp götürmez mi?
Ya yaşanan duygular, acılar?...
Çoğu zaman terkeden, arkasında kalanın neler yaşadığını bilmez...Bilse de umursamaz...
Peki ya öyle bir yolu olsaydı, bilmesininin ve umursamasının...Göstermek istemez miydik yaşattıklarının acısını?
İşte, karısı tarafından terkedilen Edward'ın da böyle bir
yolu vardır...Eski karısına yazdığı romanı göndermek. Romanın ismi " Nocturnal Animals" dır. Karısına uykusuzluk problemi nedeniyle taktığı isimdir bu, evli oldukları yıllarda.
Edward yazardır. Romantik, içine dönük, hayata karşı çok hırsları olmayan, sadece sevdiği işi yapmak isteyen ortalama bir adamdır.
Karısı Susan ise, köklü ve zengin bir aileden gelen, beklentileri yüksek, güzel bir kadındır. Sanatla ilgilenmekte, ancak üretemediği için bir sanat galerisini yürütmektedir. Edward'ın ise yazma denemeleri başarılı olmamaktadır.
Evlilikleri çok uzun sürmez, Susan geleceğe dair güvence göremediği bu evliliği bitirme kararı alır. Bu arada kocasını aldatır. Ve Edward'ın haberi olmadan hamileliğini sonlandırır.
19 yıl geçer ayrılmalarının üzerinden. Bu süre zarfında hiç görüşmezler. Ve birgün Susan bir posta alır ve içinden Edward'ın ona gönderdiği kitap çıkar. Kitabı okumasını ve sonrasında da onu görmek istediğini söyleyen bir not ile beraber.
Ve Susan kitabı okumaya başlar.
Bundan sonrası, şimdiki zaman, geçmiş yaşam ve romanın içiçe geçmiş hali..Nerdeyse her sahne ve her sözün göndermeler ve semboller olduğu bir metafor denizinde yüzmeye başlıyoruz.
Yönetmen Tom Ford, şok edici bir açılış sahnesi ile hazırlanın diyor bizlere. Ve muhteşem bir final sahnesi ile son vuruşu yapıyor.
Tüm film boyunca, gerilimi hep ayakta tuttuğu gibi, düşüncelerimizi de oradan oraya savurmayı başarıyor.
Spoiler olabileceği için, kullanılan metaforları ve filmin detaylarını
vermek istemiyorum, ama dikkatli ve meraklı seyirci bunların hepsine ulaşacaktır, eminim.
Filmin çok iyi bir oyuncu kadrosu var. Amy Adams'ın o hüzünlü gözleri beni benden aldı. Jake Gyllenhaal ve Aaron Taylor Johnson oldukça başarılı idiler. Ama benin asıl beğenim, dedektifi oynayan Michael Sannon'a...Muhteşemdi...
Filmin görüntü yönetmeni ve müziklerini yapan Polonyalı Korzeniowski ise çok iyi iş başarmışlar.
" Kadın gider ve bir şair doğar bundan" demiş ya şair...
Bu gidişin öyküsü de çok seyredilesi olmuş. Ama lütfen gece vakti seyredin..
11 Şubat 2017 Cumartesi
Juste La Fin Du Monde/Its Only The End Of The World/Alt Tarafı Dünyanın Sonu /2016
"My home has no door
My home has no roof
My home has no windows
It aint water proof
My home has no handles
My home has no keys
If you're here to rob me
There's nothing to steal"
Camille'den bu muhteşem şarkı ile eve dönüş yolculuğunu izlemeye başlıyoruz Louis'in..
Gece yarısı bir uçağin penceresinden karanlığa bakarken Louis " Arkanıza bakmadan çekip gitmeniz gereken nedenler vardır..Ve bir o kadar da dönmenizi gerektirecek nedenler.Fakat son bir kez daha, ömrünüzün sonuna dek, kendi hayatınızın efendisi olduğunuz illüzyonunu gösterebilmek zordur " diye düşünür Louis, 12 yıl önce terkettiği evine, artık sayılı zamanının kaldığını söylemek için giderken. Tanınmış bir eşcinsel yazar olan Louis'in ölümcül hastalığı vardır ve bunu söylemek isyiyordur ardında bıraktıklarına.
Ardında bıraktıkları; onu çok seven bir anne, o gittikten sonra evin tüm sorumluluğunu almış, Louis'in gidişine de, kendine de , hayata da kızgın bir ağbi, onu çok tanımayan ama yaptıklarını, yazdıklarını takip eden ve ağbisine hayran olan sorunlu bir kızkardeş ve daha önce tanışmadığı ağbisinin güzel karısı.
Louis'in eve girişi ile birlikte kırgınlıklar, kızgınlıklar, sevinçler, hayal kırıklıkları ortaya çıkar. Kimi çok gürültülü, kimi ise sessiz. Ailenin gürültülü tarafını oluşturan anne, ağbi ve kızkardeşe karşın Louis ve ağbisinin karısı sessiz taraftadırlar.
Louis hastalığını söylemeye uygun zaman arasa da bu çok kolay olmayacaktır bunca duygu arasında.
Ama sessizliğin sesini duyan da vardır bu ailede ve durumu bir tek o anlayacaktır.
Louis ise hayatına ortak etmediği ailesine, ölümünü ortak etmek istese de....
Sessizlik belki de en iyisidir.
Ağbisinin dediği gibi " Sessiz insanların iyi dinleyiciler olduğunu sanıyorsunuz, ama ben insanlar beni rahat bıraksınlar diye susuyorum."
Film, Jean-luc Lagarce'nin tiyatro oyunundan alınmış. Yazarın da Aids'ten öldüğünü dipnot olarak belirtmek isterim.
Filmin yönetmeni Xavier Dolan'ın, aynı mekanda geçen, tiyatro oyunundan uyarladığı bu film ile risk aldığını düşünsek de..Yakın yüz çekimleri, kullandığı renkler, müzikler ve özellikle sıkı oyuncu kadrosu ile bu riski muhteşem bir sinema şölenine dönüştürmüş.
Benim ilk seyrettiğim Xavier Dolan filmi. Bana biraz Angelopoulos, biraz da Ferzan Özpetek tadı verdi. Gerçi Ferzan'ın sofraları daha şenlikli olur. Özellikle Angelepoulos'un Karaindrou müzikleri ile kullandığı müziğin vurucu gücünü bu filmde de gördüm.
Ve söylemeden edemeyeceğim. Filmin bir yerinde Louis'i hatıralarına sürükleyen "Numa Numa" şarkısı beni de geçmişe yolculuk yaptırdı. Üstelik de yıllardır dinlemediğim halde hatırlayıverdim.
Hep derim; müzik hafızası inanılmazdır.
Tıpkı bu filmi seyrederken bana hep sessizliğin sesini hatırlatan şarkının sözleri gibi...
" People talking without speaking
People hearing without listening
People writing songs that voices never shade
No one dare
Disturb the sound of silence"
26 Ocak 2017 Perşembe
Queen of Katwe( Katwe'nin Kraliçesi)/2016
64 kareli muhteşem bir dünya satranç..Strateji ve taktiğin tüm inceliklerinin uygulandığı, sabır, sebat, ileri görüş, tahmin, karşısındakinin zayıflıklarını görebilme, , değişik bakış açılarıyla bakabilme gibi özellikleri geliştiren, ya da bu özellikleri olanların, tahtanın üzerinde mucizeler yarattığı bir oyun..
Bana göre hayatın ta kendisi.
Tıpkı filmdeki öğretmenin çocuklara satrancı öğretirken dediği gibi.."Mesela eviniz için su bulmaya gidiyorsunuz. Birçok yönden engeller var. Hırsızlar, kızgın mülk
sahipleri, seller ve diğer tehlikeler..Ama tehditleri incelersiniz, bir plan yaparsınız. Aklınızı kullanır ve kendiniz için en güvenli kareyi bulursunuz."
Film, gerçek bir hikaye...Uganda'nın başkenti Kampala'nın Katwe bölgesinde yaşayan 10 yaşındaki Phiona Mutesi'nin hikayesi...
Phiona, annesi ve kardeşleri ile sefalet içinde bir yaşam sürerken , yolu bir öğretmen olan Katende ile kesişiyor. Çocuklara satranç öğreten Katende'nin yardımı ile satranç oynamaya ve giderek kendini geliştirmeye başlayan Phiona, Ugandan'nın en önemli satranç ustası olurken, ailesinin de daha iyi bir hayat sürmesini sağlıyor.
Film, Disney yapımı...Çok ilginç bir konusu olmasa da, oyuncular çok doğal ve karakterlerinin hakkını verecek kadar iyiler..Uganda'nın sefaletini gösteren sahneler oldukça etkileyici. Ve Phiona'nın arkadaşlarından birinin Phiona'ya satranç taşlarını öğretirken sıra piyona gelince söylediği " işte satrancı bunun için seviyorum; küçük biri , büyük biri haline gelebiliyor" un gerçekleştiğini görebilmek iyi hissettiriyor insanı.
Ben filmin adını da sevdim. Satranç yaygın inanışa göre Doğu kökenli bir oyun. Hindistan'da doğduğu, sonra da yayıldığı savunuluyor. Batı'ya doğru gidildikçe de bizim Vezir, Kraliçe'ye dönüşmüş. Vezir taşının herşeye gücü yeter..
Ve, şaşırtıcı olan da erkek egemen bir dünyada nasıl olmuş da bu kadar gücün adı Kraliçe olmuş..
Tıpkı bizim Phiona gibi..Erkeklerin arasından sıyrılıp Katwe'nin kraliçesi olan Phiona gibi..
Rahmetli babam bana hep derdi ki " sen çok iyi bir satranç oyuncusu olabilirsin..çünkü hayatta hep birkaç hamle sonrasını görüyorsun" Bilmem doğru muydu bu görüşü babamın.. Ama ben, bir zamanlar keyifle oynadığım satranç ile niye sonraları ilgilenmediğimin pişmanlığına kapıldım filmi seyrederken.
24 Ocak 2017 Salı
Elle ( O Kadın) / 2016
Bu filmi seyrderken de hiseetiğim duygu huzursuzluktu sanırım. Beklediğim tepkileri, duyguları görememenin huzursuzluğu.
Aslında ilk dakikalarda belliydi yönetmenin ne yapacağı...
Michele, internet oyunları yapan bir şirket sahibi başarılı bir iş kadını. Yalnız yaşıyor.Bir gün evine giren maskeli bir adam tarafından tecavüze uğruyor.
Tecavüzden sonra ilk olarak yerdeki kırılan dökülenleri toplaması, kendine bir suşi sipariş etmesi, olaydan uzun süre polis dahil kimseye bahsetmemesi ile en başından beri sıra dışı bir kadını seyrettiğimizi anlıyoruz.
Tecavüzden sonra ilk olarak yerdeki kırılan dökülenleri toplaması, kendine bir suşi sipariş etmesi, olaydan uzun süre polis dahil kimseye bahsetmemesi ile en başından beri sıra dışı bir kadını seyrettiğimizi anlıyoruz.
Olaylar gelişip, Michele'nin hayatını gördükçe, babasının bir seri katil, annesinin 80 lerde hala estetik ameliyatlar yaptırıp genç sevgilisi ile evlenme planları yapan bir kadın olduğunu görüyoruz. Michele'nin etrafındaki arkadaşları, eski kocası hatta oğlu bile genel normların dışında insanlar.
Ve Michele dahil hepsinde gözlediğimiz bir kayıtsızlık hali. Ne olsa şaşırmayan, herşeyi normalleştirmiş ve hatta tepkisiz diyebileceğimiz davranışlar.
Ama yönetmen yan karakterlerden çok hep Michele ile ilgileniyor, onu ön planda tutmaya çalışıyor. Michele'in mağdur olmasına izin vermediği gibi haklı ya da haksız bir konuma sokmuyor onu davranışları ve yaşadıkları ile. En önemlisi ise empati yapmamıza izin vermiyor. Hep nötr bir göz, bize sadece gösteriyor.
Ve hatta yönetmen, filmin sonuna kadar beklemiyor tecavüzcünün kim olduğunu açıklamayı, filmin ortalarında öğreniyoruz bunu. Çünkü asıl olan Michele. Michele'nin yaptıkları...
Ve hatta yönetmen, filmin sonuna kadar beklemiyor tecavüzcünün kim olduğunu açıklamayı, filmin ortalarında öğreniyoruz bunu. Çünkü asıl olan Michele. Michele'nin yaptıkları...
Belki bu yüzden merak ettiğimiz eskiye ait kimi ayrıntının üstü çok açılmıyor, irdelenmiyor, Michele'in bu karaktere gelmesinin yapı taşları olsa da bu ayrıntılar.
"Michele, hep Michele" olmasını öyle iyi düşünmüş ki yönetmen..Yoksa biz Isabel Huppert'ın muhteşem oyunculuğunu, 63 yaşındaki bir kadından nasıl olağanüstü bir femme fatale çıktığını göremeyecektik.
Hayran kaldım bu oyunculuğa, bu yaşta bu kadar güzel olabilmesine...
Yönetmen Verhoeven çok iyi iş çıkarmış.
Basic Instinct filminin yönetmeni olduğunu da hatırlarsak, bu adamın femme fatale oluşturma konusundaki başarısını onaylamak gerekecek galiba..
Söylemeden geçemeyeceğim; intikam gerçekten soğuk yenen bir yemek imiş...Tabii başarabilene...
Söylemeden geçemeyeceğim; intikam gerçekten soğuk yenen bir yemek imiş...Tabii başarabilene...
21 Ocak 2017 Cumartesi
Notias (Mythopati)/2016
70'li yılların başı.. Cunta yönetimindeki Yunanistan..
Bavul satarak geçimini sağlayan muhafazakar bir babanın ve ev kadını bir annenin biricik oğulları Stavros.
Film boyunca, Stavros'un çocukluktan adolesan çağına ordan da erişkinliğine giden yolculuğunu izliyoruz. Bu yolculukta bize eşlik eden Yunanistan'daki politik hareketler, sosyalist gençliğin yaşamından kesitler, muhafazakar halkın bu değişime gösterdiği tepkiler ve klasik Yunanistan mitlerinin yaşamı daha doğrusu düşünceleri nasıl etkilediği..
Stavros çocukluğunda bir hastalığa yakalanıyor. Klasik mit kahramanlarının anlamlarını değiştirdiği, etrafındaki çocukları anlattıkları ile korkuttuğu ve o dönemlerde kendi içine döndüğü bir durum. Öğretmenleri şikayetçi oluyor aileye.
Aile paniğe kapılıyor ve doktor doktor dolaştırıyorlar Stavros'u. Her doktor başka birşey söylüyor. En sonunda anne, oğlunu bir falcıya götürüyor. Falcı, oğlunun çok nadir eski bir hastalığa yakalandığını söylüyor. Hastalığın adı mythopati.. Ancak aşık olduğunda ortaya çıktığını söylüyor bu hastalığın.
Stavros büyüdükçe ve hayatına değişik aşklar girdikçe, hayal ettikleri hem politik çevresinde hem de aşkı olan sinema ve tiyatro çevrelerinde ilgi çekmesini sağlıyor.
Bu süreçte, yanına çırak olarak girdiği fotografcı ve de hayalleri, yapmayı çok istediği yönetmenliğe giden yolun taşlarını oluşturuyor.
Ve aslında Stavros, bu yolda hayattan ne istediğini, asıl olanın hikayeyi değiştirmek değil, hayatı değiştirmek olduğunu görüyor.
Filmin yönetmeni Tassos Boulmetis...Hepimizin çok iyi bildiği "Bir Tutam Baharat" ın yönetmeni. 13 yıl aradan sonra bu filmi yönetiyor.
Film aslında tam bir acı, tatlı komedi, sarkastik bir nostalji.
O yıllardan bulduğumuz çok şey var küçük detaylarda.
80 öncesini ise insan ister istemez karşılaştırıyor kendi ülkemizde olanlarla. Özellikle sosyalist gençliğin yaşamı.
Bizdeki tek fark aşkın olmayışı ya da daha doğru bir anlatımla, aşkın dolu dolu yaşanamayışı. Aşkın, ilişki yaşamanın devrimciliğe ters olduğu savunulurdu bizde o yıllarda.
Ne yanlışmış meğer...
Film henüz ülkemizde çıkmadı. Ama İngilizce alt yazılı bulmak mümkün meraklıları için..
Söylemeden geçemeyeceğim.. Filmin müzikler harika.. Tabii ki Evanthia Reboutsika besteleri..
20 Ocak 2017 Cuma
What if (Αν) /2012
Özgür irademizle yaptığımız seçimler, çoğunlukla belirler aslında yaşantımızı, kim olduğumuzu, işimizi, eşimizi..
Ama bazen düşünmez miyiz ya oraya gitseydik, ya o sözü söylemeseydik, ya o seyahate çıksaydık...Hayatımızın akışı değişir miydi acaba? Bunlar da özgür irademizle mi yaptıklarımızdır yoksa içimizden geldiği için mi nedensiz öyle davranmışızdır?
Sanıyorum vardır herkesin içinde böyle bir iki soru...Benim var mesela..
Nedenini hala bilmediğim, sadece içimden öyle geldiği için öyle davrandığım ve hayatımın yönünü belirleyen iki soru...Pişmanlık değil ama merak...Ya öyle olmasaydı?
Filmde bir adamımız var. Yakışıklı, müzmin bekar..Film yönetmeni..Kalıcı ilişkiler kuramıyor. Ama bir gece köpeğinin illa dışarı çıkmak istemesi ile çıktığı sokakta hayatının aşkı ile karşılaşıyor. Bir de ya çıkmasaydı neler olacaktıyı görüyoruz paralel sahnelerde.
Filmin konusu tanıdık, bildik ve çok işlenir olsa da..Sonu kaderci bir yöne kaysa da...
Film çok keyifli seyrediliyor. Çünkü Atina'nın o güzelim sokakları, fonda nefis müzikler, filmde oynayan herkesin sanki gerçek hayatlarını yaşıyormuşcasına sade ve doğal oyunculukları, her sabah evin önünden geçen laternacı gibi küçük ama içimizi ısıtan detaylar iyi geliyor ruhumuza..
Hele hele o yaşlı anlatıcı karı kocaya, özellikle kadına bayıldım. Yaşam enerjisi bu işte..
Film, Yunanistan'ın kriz zamanından bir kesit. Gerçi biz bunu çokça yaşayıp bilsek de bir kez daha görüyoruz ekonomik krizin insanları, ilşkileri nasıl etkilediğini. Ama sanki o bile daha naif komşu topraklarda..
Filmi çeken yönetmen Papakaliatis, aynı zamanda başrol oyuncusu. Film içinde film gibi değişik bir tarz denemiş kurguda ve hoş olmuş bana göre.
Bu günlerde biraz gündemden uzaklaşmak için iyi bir seçim...Tabii özgür iradenizle :)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)