Sinema sanatını çok seviyorum. Okumayı çok seviyorum.Yazmayı en çok seviyorum. Bir filmi izledikten, bir romanı okuduktan sonra düşüncelerim kelimelere dökülüyor. Ve ben o filmi , o romanı hep hatırlıyorum kendi kelimelerimle. Bir sanatı yorumlamak beni de o sanatın içine dahil ediyor ve bundan büyük keyif alıyorum. Bunu geç farkettim..Ama iyi ki farkettim....
24 Mart 2015 Salı
Peynirli kapalı pide
Hani kendinizi rahatlatmak için an'da kalmaya çalışın denir ya..Meditasyonun amacıdır zaten an'da kalmayı başarabilmek.
Birkaç meditasyon denemem hüsran ile sonuçlandı. Her meditasyon, beynime daha çok düşüncenin hücum etmesini sağladı. Bir..İki..Ve vazgeçtim meditasyondan..
Anladım ki benim an'da kalabilmem için birşeyler ile uğraşmam lazım. Bana keyif veren, zorlama olmayan birşeyler..Yaş ilerledikçe farkındalık artıyor galiba. Ben de farkettim ki benim için yemek yapmak böyle bir uğraş. Sadece ve sadece ürettiğime odaklanıyorum. Başka tüm düşünceler beynimden yok olup gidiyor. Bu da en alâ an'da kalmak değil midir?
Bugün de zor bir gündü..Zor ve yorucu. Bir de üstüne uykusuzdum. Eve gelir gelmez bedenim hemen uyumak istedi. Ama ruhum yemek yapmak. Bedeni uyku ile dinlendirmek kolay da..Ruhu dinlendirmek pek öyle olamıyor.
Sonunda ruhum bedenime galip geldi ve ben kendimi mutfakta buldum.
Ve bugünkü imalat çıktı ortaya. Peynirli kapalı pide..
Efendim bunun için önce hamurumuzu hazırlayıp mayalanmaya bırakıyoruz.
4 adet pide yapmak için 10 gr kadar yaş mayayı az bir su ile eritiyoruz.
2 su bardağı kadar unu, 1 su bardağı su, erittiğimiz yaş maya ve az tuz ile karıştırıp iyice yoğuruyoruz. Hamurun tam olduğunu, hamurun elimize yapışmaması ile anlıyoruz.
Bu hamuru 4 eşit parçaya bölüp, kabı havlulara sarıp sarmalayıp 1 saat kadar bekletiyoruz.
Diğer tarafta pidemizin içini hazırlıyoruz. Ben peynirli yaptım. Lor peyniri ile Ekici'nin lokumlu peynirini karıştırdım. Ki bu lokumlu peynir son zamanların vazgeçilmezlerinden oldu benim ve oğlum için. Öyle nefis...
Peyniri 1 yumurta ile karıştırıp beklemeye alıyoruz hamur olana kadar.
Tabii iç olarak biber, domates doğranmış kavrulmuş kıyma olur, sebze olur. Artık size kalmış.
Hamur olunca her bir ayrılmış parçayı, un serpilmiş masaya alıp ince uzun açıyoruz.
Sonra ortasına içi ekliyoruz..
Ve pidenin kenarlarını kapatıyoruz ve uçlarını birleştiriyoruz.
Sonra da fırın tepsimize asrın buluşu yağlı kağıdı serip , pideleri üstüne diziyoruz.
200 derecede önceden ısıtılmış fırında 20 dakika kadar pişiriyoruz. Fırından çıkan pidelerimizin kenarlarına tereyağı sürersek daha da nefis oluyor.
Ve yanında iyi demlenmiş bir çay olur, ayran olur, afiyetle yiyoruz pidelerimizi..
21 Mart 2015 Cumartesi
Kemerlerinizi Bağlayın/Ferzan Özpetek 2014
Bir yerde okumuştum..'' Benim filmlerim hafiftir. En hüzünlü hikayeyi anlatırken bile '' dediğini Ferzan Özpetek'in..
Ben de hep hafif hissederdim onun filmlerini seyrederken.
O çevresine oturulup, uzun uzun yemek yenen büyük masaların her filminde başrolde olması mı, seçtiği şarkılar mı, dialogların naifliği mi , yoksa hayat verdiği karakterlerin gücü mü?..Bilemiyorum tan olarak ama hep iyi hissettirdi kendimi bana onun filmleri..
Ama bu filminde ne iyi ne kötü birşey hissedemedim.
Ve film, diğer birçok filmine göre vasat geldi bana. Bir Cahil Periler, bir Karşı Pencere, bir Hamam ile kıyaslandığında epey vasat.
Çünkü o uzun masa yoktu. Uzun masanın etrafına toplanmış insanlar yoktu. Şarap ve makarna yoktu. Serra Yılmaz yoktu. Sezen Aksu şarkısı bile yoktu bu filmde. Her filminde mutlaka olan gay karakteri bile geri planda idi.
Bana çok aşkı hissettirmeyen, daha çok tutku olduğunu düşündüğüm ve niye 13 yıl sürdüğünü anlayamadığım bir aşkın iki kahramanı. Evliler, 2 de çocukları var. Ama bu kadar mı mimiksiz dialoglar olur, bu kadar mı buz gibi bir evlilik olur..Çocuklar bile donuk. Evde yaşayan anne ve teyze olmasa herşey tatsız tutsuz.
Sonra filmin orta yerinde, birden bire kötücül bir hastalığın gelişi ile hayatları tepetaklak oluveriyor. Herkesin yaşadığı gibi. Bir gün öncesi ve bir gün sonrası aynı olmuyor artık , hastalığın öğrenilişi ile.
Sonrası....Bildiğimiz kemoretapi seanları.. Aile fertlerinin bilindik tepki ve davranışları..
Ve daha sonrası..Vermiyor sonu bize yönetmen, seyirciye bırakarak bitiriyor filmi..
Filmi dediğim gibi vasat bulsam da İşte Ferzan farkı dedirten ayrıntılar, insan hikayeleri vardı bu filmde de..Hele hele hastanede yatan bir hasta vardı ki..Bence filmin büyük ödülü ona verimeli.
Ve İtalyanın o güzel sokakları, yağmuru bile seyredilesiydi her zamanki gibi..
19 Mart 2015 Perşembe
Ispanaklı Peynirli Açma Börek
Sinema bloğunun içinde yemek yazısı ne ola ki diyeceksiniz biliyorum.
İyi bir film gözümüze, kulağımıza, gönlümüze hitap ederken tad duygusunu boş bırakmak olur mu hiç?..
Sinemada film seyrederken patlamış mısır nasıl keyif verir hepimize. Hele eski sinemalarda frigobuz vardı benim bayıldığım. Artık ne yazık ki satmıyorlar.
Evde film seyretmenin de keyfi başkadır. Hele yanımızda atıştırmalık birşeyler varsa.
Ben bu yüzden ara ara tarifler yazacağım, zor olmayan, ama yerken damağınıza bayram ettiren..
Ve en önemlisi iyi bir filme eşlik edebilen..
Bugün açma börek ile başlayalım tarifimize.
Nasıl kolay tarifmiş diye söylenmenizi duyar gibiyim.
Gerçekten kolay. hepi topu en fazla yarım saatinizi alacak bir tarif.
İyi bir hazır yufka ile de şahane börekler yapılabiliyor. Ama hiçbirinin yerini almıyor açma börek.
Hep korkarız ben açamam diye. Ama benim gibi el mahareti çok olmayan biri bile açabildiyorsa eğer, bence herkes yapabilir. Yeter ki isteyin.
Gelelim böreğimize..
Hamuru için önce bir tarafta yarım su bardağı kadar tereyağını eritiyoruz. Geniş bir kaba 3 su bardağı un, 1 su bardağı süt, çok az tuz ve yarım paket yaş maya ekliyoruz. Önerim yaş mayayı bir fincan içinde az bir su ile iyice eritip öyle eklemeniz. Ve en son, kaba erimiş tereyağını ekliyoruz. Ve hepsini iyice yoğuruyoruz.
Sonra da kabın üstünü bir strech ile iyice kapatıp, üstüne de bir havlu sarıp bir köşede yarım saat mayalanması için bekletiyoruz.
Bu arada içini hazırlayabiliriz. İçi tamamen kendi zevkinize kalmış. Kıymalı olur, patatesli olur, sebzeli olur, peynirli olur.
Ben ıspanaklı peynirli yaptım içini.
Önce bir baş soğanı küçük küçük doğrayıp az bir zeytinyağında kavurdum. Çok az biber salçası ekledim. Sonra ince ince doğranmış yarım kilo kadar ıspanağı ekleyip az pişirdim. Sonra bunun içine beyaz peynir ve rendelenmiş kaşar peyniri ekledim. Miktarları tamamen size kalmış.
Hamurumuz mayalanınca, ikiye bölüyoruz. Un serpilmiş tezgahın üstünde bu hamuru merdane veya oklava aracılığı ile kullanacağımız tepsinin boyutlarından biraz büyük açıyoruz. Ve bunu az sıvı yağ ile yağlanmış tepsiye kenarları tepsiden hafif sarkacak şekilde yerleştiriyoruz.
Sonra üstüne hazırladığımız içi yayıyoruz. Buradaki püf noktası kullanacağımız iç malzemesinin iyice soğumuş olması.
Daha sonra, kalan hamuru açıyor ve için üstüne seriyoruz. Kenarları iyice kapatıp birleştiriyoruz.
Sonra da bıçakla böreği kesiyor ve üstüne yumurta sarısı sürüyoruz.
170 dereceye ayarlanıp,önceden ısıtılmış fırında yaklaşık 40 dakika kadar üstü kızarana kadar pişiriyoruz.
Sonra da afiyetle yiyoruz......
İyi bir film gözümüze, kulağımıza, gönlümüze hitap ederken tad duygusunu boş bırakmak olur mu hiç?..
Sinemada film seyrederken patlamış mısır nasıl keyif verir hepimize. Hele eski sinemalarda frigobuz vardı benim bayıldığım. Artık ne yazık ki satmıyorlar.
Evde film seyretmenin de keyfi başkadır. Hele yanımızda atıştırmalık birşeyler varsa.
Ben bu yüzden ara ara tarifler yazacağım, zor olmayan, ama yerken damağınıza bayram ettiren..
Ve en önemlisi iyi bir filme eşlik edebilen..
Bugün açma börek ile başlayalım tarifimize.
Nasıl kolay tarifmiş diye söylenmenizi duyar gibiyim.
Gerçekten kolay. hepi topu en fazla yarım saatinizi alacak bir tarif.
İyi bir hazır yufka ile de şahane börekler yapılabiliyor. Ama hiçbirinin yerini almıyor açma börek.
Hep korkarız ben açamam diye. Ama benim gibi el mahareti çok olmayan biri bile açabildiyorsa eğer, bence herkes yapabilir. Yeter ki isteyin.
Gelelim böreğimize..
Hamuru için önce bir tarafta yarım su bardağı kadar tereyağını eritiyoruz. Geniş bir kaba 3 su bardağı un, 1 su bardağı süt, çok az tuz ve yarım paket yaş maya ekliyoruz. Önerim yaş mayayı bir fincan içinde az bir su ile iyice eritip öyle eklemeniz. Ve en son, kaba erimiş tereyağını ekliyoruz. Ve hepsini iyice yoğuruyoruz.
Sonra da kabın üstünü bir strech ile iyice kapatıp, üstüne de bir havlu sarıp bir köşede yarım saat mayalanması için bekletiyoruz.
Bu arada içini hazırlayabiliriz. İçi tamamen kendi zevkinize kalmış. Kıymalı olur, patatesli olur, sebzeli olur, peynirli olur.
Ben ıspanaklı peynirli yaptım içini.
Önce bir baş soğanı küçük küçük doğrayıp az bir zeytinyağında kavurdum. Çok az biber salçası ekledim. Sonra ince ince doğranmış yarım kilo kadar ıspanağı ekleyip az pişirdim. Sonra bunun içine beyaz peynir ve rendelenmiş kaşar peyniri ekledim. Miktarları tamamen size kalmış.
Hamurumuz mayalanınca, ikiye bölüyoruz. Un serpilmiş tezgahın üstünde bu hamuru merdane veya oklava aracılığı ile kullanacağımız tepsinin boyutlarından biraz büyük açıyoruz. Ve bunu az sıvı yağ ile yağlanmış tepsiye kenarları tepsiden hafif sarkacak şekilde yerleştiriyoruz.
Sonra üstüne hazırladığımız içi yayıyoruz. Buradaki püf noktası kullanacağımız iç malzemesinin iyice soğumuş olması.
Daha sonra, kalan hamuru açıyor ve için üstüne seriyoruz. Kenarları iyice kapatıp birleştiriyoruz.
Sonra da bıçakla böreği kesiyor ve üstüne yumurta sarısı sürüyoruz.
170 dereceye ayarlanıp,önceden ısıtılmış fırında yaklaşık 40 dakika kadar üstü kızarana kadar pişiriyoruz.
Sonra da afiyetle yiyoruz......
Ankara'da Tiyatro
Ankara'da Tiyatro...Belki de Ankara'yı Ankara yapan, denizi, doğası olmayan başkentimizi yaşanılası kılan bir sanatdır tiyatro. Hep deriz ya ''Ankara bir kültürdür'' diye. Bir tarih barındıran Ankara Devlet Tiyatrosu kurumu da, bu kültürün oluşmasında yadsınamayacak bir role sahip olmuştur.
1949'da rahmetli Muhsin Ertuğrul ve arkadaşlarının çabası ile kurulmuş Ankara Devlet Tiyatrosu.
Büyük Sahne, Küçük Tiyatro, Oda Sahnesi,Yeni Sahne ve Altındağ Tiyatrosu vardı önceleri. Sonra Yeni Sahne'yi kapattılar. Çayyolu Tiyatrosu ve İrfan Şahinbaş atölyesi açıldı sonralarda da.
Benim annem ve babam, özellikle babam tiyatro aşığıdır.Gençliğinde amatör çok oyunda oynamışlığı varmış ve eğer o zamanın maddi şartları müsait olsaymış, öğretmen olacağına konservatuar okuyup, tiyatro oyuncusu olmak istermiş hep. Benim üniversite sınavında son tercihim Dil Tarih Fakültesi Tiyatro bölümü idi..Eğer onu kazansa idim, babam da gelip benle okuyacak kadar aşık idi tiyatroya.
Babamın ve annemin bu tiyatro sevdası nedeniyle bizim çocukluğumuz ve gençliğimiz tiyatrolarda geçti.Ankara'nın hiçbirşey yapılmayan uzun kış gecelerinde tiyatrolara giderdik biz. Bazen oyunlar kapalı gişe oynardı ve sabahın erkeninde girilirdi kuyruklara bilet bulabilmek için..1949'da rahmetli Muhsin Ertuğrul ve arkadaşlarının çabası ile kurulmuş Ankara Devlet Tiyatrosu.
Büyük Sahne, Küçük Tiyatro, Oda Sahnesi,Yeni Sahne ve Altındağ Tiyatrosu vardı önceleri. Sonra Yeni Sahne'yi kapattılar. Çayyolu Tiyatrosu ve İrfan Şahinbaş atölyesi açıldı sonralarda da.
Benim annem ve babam, özellikle babam tiyatro aşığıdır.Gençliğinde amatör çok oyunda oynamışlığı varmış ve eğer o zamanın maddi şartları müsait olsaymış, öğretmen olacağına konservatuar okuyup, tiyatro oyuncusu olmak istermiş hep. Benim üniversite sınavında son tercihim Dil Tarih Fakültesi Tiyatro bölümü idi..Eğer onu kazansa idim, babam da gelip benle okuyacak kadar aşık idi tiyatroya.
Dünya klasikleri, Türk Tiyatrosunun önde gelen eserleri, Modern Tiyatro örnekleri...Neler neler seyretmedik ki..
Ve AST ...Ankara'nın özel tiyatro sınıfında tek ve çok önemli bir tiyatrosu..O küçücük salonunda ne dev eserler seyrettik..Hele hele 80 öncesinde ne olaylar yaşadık İzmir Caddesi'nin bu direniş tiyatrosu'nda.
Ve şimdi kapatılmak isteniyor Devlet Tiyatroları..Elbette isterler. Çünkü Atam'ın dediği gibi ''’Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir''..Ve onlar bizim can damarımızı kesmek istiyorlar...Evrensel değerlerden uzak kalalım, bilmeyelim, öğrenmeyelim, sorgulamayalım diye..
Ama yapamayacaklar..
Özgür günlerde nice Tiyatrolar Günü kutlamak dileğimle...
18 Mart 2015 Çarşamba
Relatos Salvajes ( Wild Tales) 2014
İçimizde uyuyan bir canavar var mıdır? Bu canavar ne zaman uyanır ?
Ve herkesin canavarı uyandırılabilir mi?
Bu sorulara şöyle cevap versem..Filmi seyrederken, içinizdeki o canavarla yüzleşme garantisini veriyorum desem..
Ve herkesin canavarı uyandırılabilir mi?
Bu sorulara şöyle cevap versem..Filmi seyrederken, içinizdeki o canavarla yüzleşme garantisini veriyorum desem..
Hani deriz ya ''Şeytan diyor ki '' diye.. O şeytanın dediklerini yapan insanları, 6 farklı öyküde gösteriyor bize film..
6 farklı şahane öykü kara mizah tarzında anlatılıyor. Bir an dehşet ile seyrederken, kısa bir an sonra kahkahayı patlatıyorsunuz.
Müthiş ironiler var. Ve o kadar iyi seçilmiş hikayeler var ki..Oradaki durumu, oradaki insanı veya oradaki bir oluşumu yüz farklı duruma, kişiye veya oluşuma genelleyebilir, o gözle seyredebilirsiniz. Mesela bir öyküde geçen, araba cezası yazan ve arabaları parka çeken şirketi, sizi deli eden ve aklınızı başınızdan alan bir ton oluşuma evirebilirsiniz.
Dedim ya film 6 öyküden oluşuyor. Jenerik öncesi ilk kısa öykü ile filmin sizi hangi mecraya çekeceğini anlıyor ve koltuğunuza mıhlanıyorsunuz. Jenerik geçerken, her oyuncunun ismi ile bir hayvan eşleştirilmiş.Bununla içimizdeki hayvanın çıkartılacağı mesajı verilmişse de ben bunu hayvanlara haksızlık olarak gördüm. O yüzden yazıma başlarken canavar kelimesini özellikle seçtim. Hayvanlar zaten bu kadar ayrıntılı ve organize intikam planı yapamazlar ki..
İnsanların benzer şeylere sinirlendiğini görmek, farklı toplumların benzer şeylerle insanları çıldırtması ve nerede yaşarsa yaşasın bazı durumlarda insanların benzer senaryoları üretmeleri şaşırtıcı geliyor. Belki Arjantin bizimle çok benzer.Evet film Arjantin filmi. Bu Arjantin ve İspanyol sineması beni benden alıyor.
Bu filmde de böyle oldu. Şaşırttı.. Düşündürdü..Kahkahalar attırdı. Kimi zaman da dehşete düşürdü..
Film, bir düğünde geçen son öykü ile müthis bir final yapıyor. Emir Kusturica'yı hatırlattı bana bu düğün..Ama sadece o kadar mı?..Seyredin ne demek istediğimi anlayacaksınız..Özellikle kadın izleyiciler
Filmin soundtrack'ı çok güzel..https://www.youtube. com/watch?v=uipu1o5BnxU
Buradan dinleyebilirsiniz..Ennio Morricone tadında.
Oyuncular da işi çok iyi götürmüş.
Damián Szifrón filmin yazarı ve yönetmeni..Bu adı akılda tutmakta fayda var. Takipte olacağım ben kendi adıma..
Bu arada söylemeliyim ki benim ilahım Almodovar'ın da filme dokunmuşluğu var..
6 farklı şahane öykü kara mizah tarzında anlatılıyor. Bir an dehşet ile seyrederken, kısa bir an sonra kahkahayı patlatıyorsunuz.
Müthiş ironiler var. Ve o kadar iyi seçilmiş hikayeler var ki..Oradaki durumu, oradaki insanı veya oradaki bir oluşumu yüz farklı duruma, kişiye veya oluşuma genelleyebilir, o gözle seyredebilirsiniz. Mesela bir öyküde geçen, araba cezası yazan ve arabaları parka çeken şirketi, sizi deli eden ve aklınızı başınızdan alan bir ton oluşuma evirebilirsiniz.
Dedim ya film 6 öyküden oluşuyor. Jenerik öncesi ilk kısa öykü ile filmin sizi hangi mecraya çekeceğini anlıyor ve koltuğunuza mıhlanıyorsunuz. Jenerik geçerken, her oyuncunun ismi ile bir hayvan eşleştirilmiş.Bununla içimizdeki hayvanın çıkartılacağı mesajı verilmişse de ben bunu hayvanlara haksızlık olarak gördüm. O yüzden yazıma başlarken canavar kelimesini özellikle seçtim. Hayvanlar zaten bu kadar ayrıntılı ve organize intikam planı yapamazlar ki..
İnsanların benzer şeylere sinirlendiğini görmek, farklı toplumların benzer şeylerle insanları çıldırtması ve nerede yaşarsa yaşasın bazı durumlarda insanların benzer senaryoları üretmeleri şaşırtıcı geliyor. Belki Arjantin bizimle çok benzer.Evet film Arjantin filmi. Bu Arjantin ve İspanyol sineması beni benden alıyor.
Bu filmde de böyle oldu. Şaşırttı.. Düşündürdü..Kahkahalar attırdı. Kimi zaman da dehşete düşürdü..
Film, bir düğünde geçen son öykü ile müthis bir final yapıyor. Emir Kusturica'yı hatırlattı bana bu düğün..Ama sadece o kadar mı?..Seyredin ne demek istediğimi anlayacaksınız..Özellikle kadın izleyiciler
Filmin soundtrack'ı çok güzel..https://www.youtube.
Buradan dinleyebilirsiniz..Ennio Morricone tadında.
Oyuncular da işi çok iyi götürmüş.
Damián Szifrón filmin yazarı ve yönetmeni..Bu adı akılda tutmakta fayda var. Takipte olacağım ben kendi adıma..
Bu arada söylemeliyim ki benim ilahım Almodovar'ın da filme dokunmuşluğu var..
Whiplash /2014
Belki bazı arkadaşlarım bana içerliyorlardır..Türkiye her gün uçurumun kenarına biraz daha yaklaşırken bu film yorumları da neyin nesi diye..
Karanlık dönemlerden geçerken ,sürekli aynı konu ile ilgilenmek ve düşünmek insanın gücünü azaltıyor. Şiddet, entrika, yalan , dolan ve ölümler olurken her an, ruhumuzu da sürekli bu karanlığa boğmamız hayatın ritmine aykırı..Çünkü hayatın bir ritmi var. Hızlanan, yavaşlayan, şiddetlenen, durağanlaşan, kimi zaman üzüntüden yerlere seren, kimi zaman neşeden havalar uçuran..
İşte ben bu ritmi yakalamaya çalışıyorum...Sevdiğim şeylerle..
Karanlık dönemlerden geçerken ,sürekli aynı konu ile ilgilenmek ve düşünmek insanın gücünü azaltıyor. Şiddet, entrika, yalan , dolan ve ölümler olurken her an, ruhumuzu da sürekli bu karanlığa boğmamız hayatın ritmine aykırı..Çünkü hayatın bir ritmi var. Hızlanan, yavaşlayan, şiddetlenen, durağanlaşan, kimi zaman üzüntüden yerlere seren, kimi zaman neşeden havalar uçuran..
İşte ben bu ritmi yakalamaya çalışıyorum...Sevdiğim şeylerle..
Hayatın ritmi demişken, bu filmin de bir ritmi vardı. Kimi zaman sakinleşen,kimi zaman hızlanan ve şiddetlenen. Keza, filmin adının anlamı gibiydi..Kamçı gibi vuruyordu seyrederken.
Ve bu ritme en uygun enstrüman davuldan daha iyi seçilemezdi bence...
Jazz'ı sever misiniz ?
Ben çok severim. .Her enstrüman bana farklı duygular verir. Trombet hüzünlü bir kadının gözyaşlarını, trombon çocukca neşeyi, saksafon yaz akşamının kokusunu hissettirir bana. Bass duyduğumda babamın güven veren sesi gelir aklıma. Piyano ise hayallerimin fon müziğidir.
Davul ise hayatın ritmidir. Bazen hızlanır, şiddetlenir, sakinleşir, sakinleştiğinde bile güvenemezsiniz çoğu zaman hızlanmayacağına..
Dedim ya bu filmde bundan iyi enstrüman seçilemezdi. Filmi seyrederken anımsadım birden bire.. Her davul solo izlediğimde yerime mıhlandığımı, tüm sinirlerimin gerildiğini..Bazen sadece bagetlerin yavaş yavaş davula vurmasına iner ritm..Ama bitmezdi gerilimim, arkasından yükselişe geçeceğini bildiğimden o bagetlerin vuruşunun..
Ve bu ritme en uygun enstrüman davuldan daha iyi seçilemezdi bence...
Jazz'ı sever misiniz ?
Ben çok severim. .Her enstrüman bana farklı duygular verir. Trombet hüzünlü bir kadının gözyaşlarını, trombon çocukca neşeyi, saksafon yaz akşamının kokusunu hissettirir bana. Bass duyduğumda babamın güven veren sesi gelir aklıma. Piyano ise hayallerimin fon müziğidir.
Davul ise hayatın ritmidir. Bazen hızlanır, şiddetlenir, sakinleşir, sakinleştiğinde bile güvenemezsiniz çoğu zaman hızlanmayacağına..
Dedim ya bu filmde bundan iyi enstrüman seçilemezdi. Filmi seyrederken anımsadım birden bire.. Her davul solo izlediğimde yerime mıhlandığımı, tüm sinirlerimin gerildiğini..Bazen sadece bagetlerin yavaş yavaş davula vurmasına iner ritm..Ama bitmezdi gerilimim, arkasından yükselişe geçeceğini bildiğimden o bagetlerin vuruşunun..
Bir Jazz davul öğrencisi ile eğitmeninin anlatıldığı film de aynen bu hissi veriyor tüm seyir boyu. Yazar ve yönetmen Damien Chazelle bu işi çok iyi başarmış. Hem de çok küçük bir bütçe ile.
Yardımcı erkek oyuncu Oscar'ını kazanan J.K. Simmons çok başarılı.Bir insan çok konuşmadan çoğu zaman vücut dili ve elleri ile demek istediklerini anlatabilir mi? Anlatıyor hem de en şahanesinden..Hayran oldum.
Öğrenci rolündeki Miles Teller de harika bir oyunculuk sergiliyor.
Film bana Black Swan'ı hatırlattı kimi zaman. Orada annesine kendini ispat etmeye çalışan bir balerin vardı hatırlarsanız. Burada ise baba ve oğul aynı minvalde.
Çok çalışmanın bedelinin en büyük işareti kan akmasıdır niyeyse..Black Swan'da ayakları kanayan balerinin yerini burada parmakları kanayan davulcu almış.
Ama bunlar bile filmi sevmeme engel olmadı.
Ha çok sertti, böyle eğitim mi olurmuş diyenlere şunu söylemek isterim. Çok
uzağa gitmeye gerek yok. Tıp Fakültesinde bile yaşadıklarımızı yazsam bir film daha çıkar inanın.. Böyle mi olması gerekiyor? O ayrı bir tartışma konusu.Yardımcı erkek oyuncu Oscar'ını kazanan J.K. Simmons çok başarılı.Bir insan çok konuşmadan çoğu zaman vücut dili ve elleri ile demek istediklerini anlatabilir mi? Anlatıyor hem de en şahanesinden..Hayran oldum.
Öğrenci rolündeki Miles Teller de harika bir oyunculuk sergiliyor.
Film bana Black Swan'ı hatırlattı kimi zaman. Orada annesine kendini ispat etmeye çalışan bir balerin vardı hatırlarsanız. Burada ise baba ve oğul aynı minvalde.
Çok çalışmanın bedelinin en büyük işareti kan akmasıdır niyeyse..Black Swan'da ayakları kanayan balerinin yerini burada parmakları kanayan davulcu almış.
Ama bunlar bile filmi sevmeme engel olmadı.
Ha çok sertti, böyle eğitim mi olurmuş diyenlere şunu söylemek isterim. Çok
Hala seyretmeyenler var ise kesinlikle tavsiye ederim...Hale hele Jazz seviyorsanız..
İçimde kaldı söylemeden edemeyeceğim. Birdman mi bu film derseniz ben Whiplash derim hiç düşünmeden..
Benden Birdman yorumu bekleyen sevgili arkadaşlarım için ise ayrı bir başlık açmadan bir iki kelam etmek gerekirse..Ki daha fazla yazamam o film hakkında.. Çünkü maalesef bir duygu oluşturamadı bende.
Ben Amerikan kültürüne hep kendimi uzak hissetmişken nasıl olur da Birdman'i beğenebilirim. Tiyatroda bile hissedilen vahşi kapitalizmin yansımaları, yüzeysel ilişkiler, duygusuz yapılan sex ,sigaranın nerdeyse yasaklı hale geldiği ülkede kendini uyuşturucuya gark eden problemli insanlar, devasa gökdelenler. Bunlar bana hiç hitap etmiyor, yakın hissettirmiyor bir duygu vermiyor. Amerika gerçekte bu olmayabilir ama filmin verdikleri bu yönü. Ha film ilginç, oyuncular iyi oynuyor. Ama bu kadar benim için.
Buraya kadar sabredip okuduysanız eğer, teşekkür ederim..
Sizi seviyorum...
Philomena / 2014
Bu ara çok film seyrediyoruz Nazom ile beraber...
Bugünkü film etkileyici, gerçek bir öyküden uyarlanmış bir dramdı.
Gerçek öykü barındıran birçok film seyrettim. Ama bu filmin kapanışında, karşıma gerçek hayattaki gerçek karakterlerin kısa bir videosunun çıkması beni sarstı doğrusu.
Çünkü öyle bir dram ki zaten yaşananlar, o son sahnedeki o videoyu görene kadar bir yeriniz hep reddediyor birilerinin bunu yaşayabilme ihtimalini..
Ama yaşanmış işte. İçinizi acı ile burkan bir şekilde..
Bir yandan da ince ince işlenen bir mizah var. Hayatında otelde bile kalmamış, seyahat etmemiş, son derece tekdüze bir yaşamı olan dindar bir yaşlı kadın ile, entellektüel ve ateist bir gazetecinin dialogları içinizi ferahlatıyor zaman zaman.
Katı dinlerde kadının aşağılanması ve zulüme uğraması, Tanrıya daha da yaklaşmak uğruna diğer insanların ve duygularının hiçe sayılması bir kez daha karşınıza çıkıyor. Gay olgusu ve buna bir annenin nasıl da doğal yaklaşabildiği hayranlık uyandırıyor. Affetmenin önemi affedenin huzurunu görünce daha da bir içinize siniyor.
Ve bütün bunları seyrederken muhteşem oyunculuğuna hayran kalıyorsunuz Judi Dench'in...Bir insanın gözleri bu kadar mı iyi yansıtır duyguları.
Filmin bir yerinde ise beni epeyce şaşırtan bir dialog gelişiyor. Arabada giderken ateist gazeteci ile yaşlı dindar kadın, din hakkında tartışmaya başlıyorlar. Ve gazeteci din adına yapılanlar saçmalıkları anlatırken Türkiye'de olan depremin
günahkarları cezalandırmak için olduğu söylemini örnek veriyor. Dünyaya rezil olmuşuz meğer :)
Still Alice /2014
Uzun zamandır izlemek istiyordum..Ama erteliyordum da bir yandan aslında.
Belki mesleki olarak yine mi Alzheimer diye içime sıkıntılar basmasından..
Belki her seyrettiğim Alzheimer ile ilgili filmin benim ruhuma iyi gelmemesinden..
Belki de ya ben de bir gün olursam diye korkumdan..
Ama bugün tüm engellemelerimi bir yana bırakıp seyrettim..İyi ki de seyretmişim..
Çok abartmıyor, çok dramatize etmiyor..Ama öyle küçük detaylar ve ustaca örülmüş cümleler var ki...Boğazınıza bir yumruk oturuyor film boyu...
Filmin ismi bile yumruk gibi aslında..Still Alice..Anıları da gitse, bilişsel fonksiyonlarını da yitirse..O yine Alice... Sevenleri için..
Filmin bir yerinde Alice diyor ki..''I miss myself''....Kocası John'un yanıtı '' I miss you too Ali...So much''
Alzheimer herkes için ve bunu yaşayan tüm yakınları için çok zor bir hastalık..Hele son derece entellektüel bir dil bilimi profesörü buna yakalanırsa..Alice'in kendi sözleri ile ifade ettiği gibi varlığını dil ile, sözcüklerle, aklı ve yaşama biçimi ile gösteren biri tüm bunları kaybetmeye başlarsa geriye ne kalır?..
Alice kocasına şöyle der hastalığının başlangıç döneminde ''Keşke kanser olsaydım..Hiç olmazsa utanmazdım..Kanserliler için pembe kurdelalar takarlar, yürüyüşler düzenlerler, kendini şey gibi hissetmezsin''.....Bunları
Ve bir konuşma yapar bu hastalık ile savaşanlara ve yakınlarına..Orada şöyle der..
''The poet Elizabeth Bishoponce wrote: 'the Art of Losing isn't hard to master: so many things seem filled with the intent to be lost that their loss is no disaster.' I'm not a poet, I am a person living with early onset Alzheimer's, and as that person I find myself learning the art of losing every day. Losing my bearings, losing objects, losing sleep, but mostly losing memories...''
Bundan daha iyi yapılabilir mi bu hastalığın tanımı '' The art of losing''
Elbette, bu bayıldığım tanımlamalar, hastalığın size ne yaptığından çok sizin bu savaşta neler yaptığınıza yönelmiş anlatım, yazar Lisa Genova'ya ait..Aynı adlı romanını sabırsızlıkla bekliyorum okumak için...
Ve gelelim Julianne Moore'a...Bu rolü ile Oscar'a aday..Fazlası ile hak etmiş adaylığı bu oyunu ile..Diğer adayları izleyemedim daha henüz ama...Alırsa hiç şaşırmam..Bunca Alzheimer hastası gördüm..Hem başlangıç döneminde, hem ileri dönemde..O yaşanılan duygular ve tüm evrelerin yüz mimiklerine yansımış hali bu kadar mı iyi verilir? Şapka çıkardım..
Ha bu arada..Eğer Oscar'ı alırsa..Herkes bundan sonra Alec Baldwin'in karısını oynamak için sıraya girecek..Geçen yıl da yine Alec Baldwin'in karısını oynayan Cate Blanchett almıştı ya Oscar'ı :)
The Theory of Everything /2014
Tecavüzcüler, tacizciler, gözü dönmüş katiller, Meclis çatısı altında birbirinin kafasını gözünü yaran milletvekilleri, kartopu oynarken cam kırdı diye öldürülen bir gazeteci, her yerde kan, şiddet,vahşet..
Yeter artık yeter..Gözlerimi , kulaklarımı kapatmak, yeterince kirlenmiş ruhumu daha da kirletmemek için kendime bir görünmez sığınak yapmak istiyorum derken içimdeki ses..
Bu film çok ama çok iyi geldi..
Öncelikle, belki sizin de dikkatinizi çeken birşeyi söylemek istiyorum. Bu yılki Oskar adayı olan filmlerin çoğu,gözümüze soka soka değil de, inceden inceye sevginin gücünü bize hissettiriyor..Belki de dünyamızda sevginin azalmasından olabilir mi?
Mesela, Still Alice'de sevgi dolu bir ailenin desteğinin ne kadar önemli olduğunu hep hissediyorsunuz..Filmin sonunda Alzheimer hastalığı iyice ilerlemişti olan Alice'e kızı bir tiyatro repliğini okuyor ve annesine bundan ne anladın diye soruyor. Alice, kızına anladığı şeyi tek kelime ile söylüyor '' Sevgi''..Ve film böyle bitiyor.
Yeter artık yeter..Gözlerimi , kulaklarımı kapatmak, yeterince kirlenmiş ruhumu daha da kirletmemek için kendime bir görünmez sığınak yapmak istiyorum derken içimdeki ses..
Bu film çok ama çok iyi geldi..
Öncelikle, belki sizin de dikkatinizi çeken birşeyi söylemek istiyorum. Bu yılki Oskar adayı olan filmlerin çoğu,gözümüze soka soka değil de, inceden inceye sevginin gücünü bize hissettiriyor..Belki de dünyamızda sevginin azalmasından olabilir mi?
Mesela, Still Alice'de sevgi dolu bir ailenin desteğinin ne kadar önemli olduğunu hep hissediyorsunuz..Filmin sonunda Alzheimer hastalığı iyice ilerlemişti olan Alice'e kızı bir tiyatro repliğini okuyor ve annesine bundan ne anladın diye soruyor. Alice, kızına anladığı şeyi tek kelime ile söylüyor '' Sevgi''..Ve film böyle bitiyor.
The Grand Budapest Hotel'de ise açıkca anlatılan güçlü bir sevgiyi seyrediyorsunuz.
Birdman filmi ise şöyle başlıyor ekrandaki yazılarla..
''Herşeye rağmen bu hayattan istediklerini aldın mı?
Aldım.
Peki ne istiyordun.
Bu dünyada sevildiğimi söylemeyi, sevildiğimi hissettmeyi.''
Gelelim bugün seyrettiğim The Theory of Everything filmine..
Filmi seyretmeden önce filmin Stephen Hawking'in hayatı olduğunu biliyordum. Ama asla beklemediğim, bu filmin bana gerçek sevgiyi bu kadar hissettirebileceği idi..
Hani örnek vermek isteseniz bir kadınla bir erkek arasındaki gerçek sevgi ve dahası saygı için, benim için artık ön sıralardadır bu ilişki..
Birdman filmi ise şöyle başlıyor ekrandaki yazılarla..
''Herşeye rağmen bu hayattan istediklerini aldın mı?
Aldım.
Peki ne istiyordun.
Bu dünyada sevildiğimi söylemeyi, sevildiğimi hissettmeyi.''
Gelelim bugün seyrettiğim The Theory of Everything filmine..
Filmi seyretmeden önce filmin Stephen Hawking'in hayatı olduğunu biliyordum. Ama asla beklemediğim, bu filmin bana gerçek sevgiyi bu kadar hissettirebileceği idi..
Hani örnek vermek isteseniz bir kadınla bir erkek arasındaki gerçek sevgi ve dahası saygı için, benim için artık ön sıralardadır bu ilişki..
Ne olursa olsun bir kadının sevdiği adamdan vazgeçmeyişi ve hatta zaman zaman kendinden vazgeçişi, tüm yaşanılan zorlu süreçlere rağmen bir kez bile saygısını yitirmeyişi, ve erkeğin de çok sevmesine rağmen eşinin mutluluğu için onu serbest bırakması, eşine duyduğu minneti, nezaketi...Daha o kadar çok şey var ki tek tek sayamayacağım..Her söz, her mimik , her davranış beni benden aldı ve imrendirdi desem..
Stephen Hawking'i hepimiz tanıyoruz bilim adamı olarak..Ve hayranlık duyuyorduk hep..Ama ben asıl bugün bu filmi seyrettiğimde hayranlık duydum..
Stephen Hawking'i canlandıran Eddie Redmayne ise muhteşem. Stephen Hawking'in kendisi, kendini oynasaydı eğer, bu kadar başarılı olur muydu şüpheliyim. Bir insan konuşamasa bile yüz mimikleri ile sevgisini, üzüntüsünü, minnetini, acısını ve hatta flörtöz halini böylesine seyirciye verebilir mi? Hele motor nöron hastalığının tüm bulgularını bu kadar iyi canlandırabilmek..Ben şapka çıkardım. Ve eğer en iyi erkek oyuncu
Oskar'ını alamazsa kesin haksızlık yapıldığını düşüneceğim.Stephen Hawking'i hepimiz tanıyoruz bilim adamı olarak..Ve hayranlık duyuyorduk hep..Ama ben asıl bugün bu filmi seyrettiğimde hayranlık duydum..
Stephen Hawking'i canlandıran Eddie Redmayne ise muhteşem. Stephen Hawking'in kendisi, kendini oynasaydı eğer, bu kadar başarılı olur muydu şüpheliyim. Bir insan konuşamasa bile yüz mimikleri ile sevgisini, üzüntüsünü, minnetini, acısını ve hatta flörtöz halini böylesine seyirciye verebilir mi? Hele motor nöron hastalığının tüm bulgularını bu kadar iyi canlandırabilmek..Ben şapka çıkardım. Ve eğer en iyi erkek oyuncu
Karısını canlandıran Felicity Jones'un oyunculuğunu da çok beğendim. Bilmiyorum yardımcı kadın oyuncu adaylarında mı..Eğer öyleyse bence güçlü bir aday.
Kısaca film beni çok etkiledi..Ve hatta iki kez seyrettim..
Filmin sonlarındaki bir konuşma ile bitirmek istiyorum yazımı..
Bir sempozyumda Stephen Hawking..Ve Tanrıya inanmadığı da biliiyor ya..Biri '' Tanrını gücü olmadan nasıl başarıyorsunuz '' minvalinde bir soru soruyor..
Stephen Hawking'in yanıtı..
'' Yüz milyon galaksinin arasındaki bir dış mahallede daha küçük bir gezegende ortalama bir yıldızın etrafında dolanan gelişmiş primatlar olduğumuz gayet açık. Ama medeniyet doğduğundan beri insanlar dünya düzeninin altında yatan bir anlayış için yalvarıp durdular. Evrenin sınır koşulları hakkında çok özel bir şey olmalı. Sınır olmamasından daha özel ne olabilir? İnsan çabasının da bir sınırı olmamalı. Hepimiz farklıyız. Hayat ne kadar kötü görünse de her zaman yapabileceğin ve başarılı olabileceğin bir şey vardır. Nefes aldıkça umut vardır.''
WILD/2014
Hiç aklından çıkarma İthaka'yı.
Oraya varmak senin başlıca yazgın.
Ama yolculuğu tez bitirmeye de kalkma sakın.
Varsın yıllarca sürsün, daha iyi;
Sonunda kocamış biri olarak demir at adana,
Yol boyunca kazandığın bunca şeylerle zengin,
İthaka'nın sana zenginlik vermesini ummadan,
Sana bu güzel yolculuğu verdi İthaka.
O olmasa, yola hiç çıkmayacaktın.
Ama sana verecek bir şeyi yok bundan başka.
Oraya varmak senin başlıca yazgın.
Ama yolculuğu tez bitirmeye de kalkma sakın.
Varsın yıllarca sürsün, daha iyi;
Sonunda kocamış biri olarak demir at adana,
Yol boyunca kazandığın bunca şeylerle zengin,
İthaka'nın sana zenginlik vermesini ummadan,
Sana bu güzel yolculuğu verdi İthaka.
O olmasa, yola hiç çıkmayacaktın.
Ama sana verecek bir şeyi yok bundan başka.
Onu yoksul buluyorsan, aldanmış sanma kendini.
Geçtiğin bunca deneyden sonra öyle bilgeleştin ki,
Artık elbet biliyorsundur ne anlama geldiğini İthakaların..
Kavafis'in bu dizeleri aklıma geldi Wild filmini seyrederken..Kendi iç yolculuğum için çok önemli basamaklardan olan ve sadece gidişi 32 saat süren, İthaka adasına zorlu yolculuğumu hatırladım yeniden..
Zaman zaman flashbackler ile kurgulanmış filmde ben de kendi flashbacklerimi yaşadım zaman zaman..
''En güzel yolculuk, insanın kendi içine yaptığı yolculuktur'' demiş biri ya...Bana da kendi yolculuğumu yaptırdı bu film, seyrettiğim sürece..
Alkolik bir baba, genç yaşta ölen bir anne, hayatına giren sayısız adam, uyuşturucu ve istenmeyen bir hamilelik ile düştüğü bunalımdan çıkış yolu araya bir kadının yaklaşık 1800 km lik zorlu bir parkuru tek başına yürüyerek tamamlama çabasını, bu arada flashbackler ile de geçmiş yaşamını seyrediyorsunuz.
Ve sonunda sadece parkur tamamlanmıyor...Kendini olduğu gibi kabul etme, kendini affetme, hayatındakileri affetme ve istediği huzura kavuşması ile dış yolculuk ve iç yolculuk senkronize bir şekilde tamamlanıyor. Karlı dağlardan, çicekli ovalara iniyor kızımız..
Filmde çokca metafor kullanılıyor ve siz de bu metaforlara takılıp gittiğinizde önemli keşifler yapıyorsunuz kendi iç aleminizde...Geçtiğin bunca deneyden sonra öyle bilgeleştin ki,
Artık elbet biliyorsundur ne anlama geldiğini İthakaların..
Kavafis'in bu dizeleri aklıma geldi Wild filmini seyrederken..Kendi iç yolculuğum için çok önemli basamaklardan olan ve sadece gidişi 32 saat süren, İthaka adasına zorlu yolculuğumu hatırladım yeniden..
Zaman zaman flashbackler ile kurgulanmış filmde ben de kendi flashbacklerimi yaşadım zaman zaman..
''En güzel yolculuk, insanın kendi içine yaptığı yolculuktur'' demiş biri ya...Bana da kendi yolculuğumu yaptırdı bu film, seyrettiğim sürece..
Alkolik bir baba, genç yaşta ölen bir anne, hayatına giren sayısız adam, uyuşturucu ve istenmeyen bir hamilelik ile düştüğü bunalımdan çıkış yolu araya bir kadının yaklaşık 1800 km lik zorlu bir parkuru tek başına yürüyerek tamamlama çabasını, bu arada flashbackler ile de geçmiş yaşamını seyrediyorsunuz.
Ve sonunda sadece parkur tamamlanmıyor...Kendini olduğu gibi kabul etme, kendini affetme, hayatındakileri affetme ve istediği huzura kavuşması ile dış yolculuk ve iç yolculuk senkronize bir şekilde tamamlanıyor. Karlı dağlardan, çicekli ovalara iniyor kızımız..
Wild, gerçek bir hayat hikayesinden esinlenilerek sinemaya uyarlanmış. Filmin uyarlandığı kitap olan "Wild: From Lost to Found on the Pacific Crest Trail" Amerikalı yazar Cheryl Strayed tarafından kaleme alınmış bir anı romanı..Sanıyorum bir zamanlar Best Seller olmuş bir kitap.
Elbette 1800 km'lik birkaç ay süren bir yürüyüş, bir filme sığdırıldığında çok şey kaybetmiştir anlatım açısından..Kitabı okumamama rağmen bunu hissettim zaman zaman..Özellikle final bölümü bana biraz kısa tutulmuş gibi geldi..
Başrol oyuncusu Reese Witherspoon başarılı bir performans gösteriyor. Ama karşısında Julianne Moore gibi güçlü bir rakip varken Oskar'ı alabileceğini sanmıyorum.
Filmin bana en büyük sürprizi '' El Condor Pasa'' nın filmin şarkısı olmasıydı...
Ve film finalini de bu şarkı ile yapıyor...
Siz de mırıldanmaya başlıyorsunuz film biterken..
'I'd rather feel the earth beneath my feet
Yes I would
If I only could, I surely would....
The Imıtation Game /2014
''Bazen kimsenin hayal edemeyeceği şeyleri hayal edip yapabilen insanlar vardır.''
Alan Turing işte böyle bir adam..Bir matematik dahisi..Ve bilgisayar biliminin kurucusu..
Film gerçek bir hikaye'den uyarlanmış. Alan Turing'in hayatı üzerine kurulu..Güzel kurgulanmış geri dönüşler ile kimi zaman onun çocukluğuna gidiyorsunuz,kimi zaman 2.Dünya savaşının geçtiği yıllara, ve kimi zaman da 1950 lere..
Alan Turing işte böyle bir adam..Bir matematik dahisi..Ve bilgisayar biliminin kurucusu..
Film gerçek bir hikaye'den uyarlanmış. Alan Turing'in hayatı üzerine kurulu..Güzel kurgulanmış geri dönüşler ile kimi zaman onun çocukluğuna gidiyorsunuz,kimi zaman 2.Dünya savaşının geçtiği yıllara, ve kimi zaman da 1950 lere..
2.Dünya savaşı yıllarında Almanların Enigma şifreleme sisteminin kodlarını kırmaları için ülkenin en iyi beyinleri ve şifre çözücülerinin oluşturduğu bir grubun çalışmaları, filmin ana odak noktası gibi gözükse de, kimi zaman belirgin, kimi zaman biraz dokundurarak gösterilen o kadar çok nokta var ki filmin içine dağılmış..Bana kalsa bunların hepsinden ayrı film çıkarırdım.
Film aslında Alan Turing'den bir af dileme, itibarını iade etme gibi gözüküyor.
Matematik dehası olan, savaşta ekibi ile birlikte şifrelemeyi çözdüğü için, tarihçiler tarafından savaşın 2 yıl erken bittiği ve binlerce kişinin ölümünü engellediği ileri sürülen ve bu nedenle madalya almış bu adam, homoseksüel..Ve o yıllarda homoseksüellik İngiltere'de adli bir suç sayıldığı için cezalandırılmış ve önüne iki seçenek sunulmuş..Östrojen tedavisi ile medikal kastrasyon ( hadım edilme) ya da hapis cezası..Alan Turing'in tercih ettiği ilaç tedavisi de sonunu hazırlamış maalesef...Ölümünden sonra Kraliçe tarafından af edilmiş ve iade-i itibar yapılmış bile olsa, İngiltere yıllarca ve binlerce homoseksüelin bu şekilde cezalandırılmasının ayıbını ve utancını üstünde taşıyacak gibi duruyor. Çünkü filmde bile bu konudan o kadar az süreli bahsediliyor ki utanılacak bir konu imiş gibi adeta..
Alan Turing, annesinin bile ondan canavar diye hitap ettiği enteresan, zorlu ve asosyal bir kişilik.. Hep düşünmüşümdür IQ ve EQ ters orantılı mı oluyor diye? Zekanın yüksekliği insanlardan uzaklaştırıyor mu kişiyi?
Bir yerde diyor ki Turing..'' Çok zeki iseniz insanlar sizi sevmez ''..Bu mudur acaba insanlar ile mesafe koyması araya çok zekilerin?..Film aslında Alan Turing'den bir af dileme, itibarını iade etme gibi gözüküyor.
Matematik dehası olan, savaşta ekibi ile birlikte şifrelemeyi çözdüğü için, tarihçiler tarafından savaşın 2 yıl erken bittiği ve binlerce kişinin ölümünü engellediği ileri sürülen ve bu nedenle madalya almış bu adam, homoseksüel..Ve o yıllarda homoseksüellik İngiltere'de adli bir suç sayıldığı için cezalandırılmış ve önüne iki seçenek sunulmuş..Östrojen tedavisi ile medikal kastrasyon ( hadım edilme) ya da hapis cezası..Alan Turing'in tercih ettiği ilaç tedavisi de sonunu hazırlamış maalesef...Ölümünden sonra Kraliçe tarafından af edilmiş ve iade-i itibar yapılmış bile olsa, İngiltere yıllarca ve binlerce homoseksüelin bu şekilde cezalandırılmasının ayıbını ve utancını üstünde taşıyacak gibi duruyor. Çünkü filmde bile bu konudan o kadar az süreli bahsediliyor ki utanılacak bir konu imiş gibi adeta..
Alan Turing, annesinin bile ondan canavar diye hitap ettiği enteresan, zorlu ve asosyal bir kişilik.. Hep düşünmüşümdür IQ ve EQ ters orantılı mı oluyor diye? Zekanın yüksekliği insanlardan uzaklaştırıyor mu kişiyi?
Bir film bana sorular sorduruyor ve bilmediğim şeyleri gösteriyorsa ve hele hele bu bir gerçek öykü ise ben o filmi severek izliyorum..
Bu filmi de severek izledim..Benedict Cumberbatch'in oyununa bayıldım..
Ama..Bazı şeylerin hem anlatılmak istenmesi hem de ucundan biraz anlatılmasını sevmiyorum..Hele bu konu homoseksüellik ise..
Filmde bunu sezdim..Birilerini rahatsız etmek istememişler..Hem de anlatılmazsa olmaz demişler..Böylesi de olmamış...
Filmi tavsiye eder miyim? Elbette ederim...
Ve bu bağlamda...Filmde içime çok işlediği için...Şunu söylemek istiyorum..
Alan Turing'den ve ölmesine vesile olunan tüm homoseksüellerden, ben kendi payıma ne hatam varsa af diliyorum..O yıllarda yaşamama rağmen..
Umuyorum huzur içinde uyuyorlardır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)