Sinema sanatını çok seviyorum. Okumayı çok seviyorum.Yazmayı en çok seviyorum. Bir filmi izledikten, bir romanı okuduktan sonra düşüncelerim kelimelere dökülüyor. Ve ben o filmi , o romanı hep hatırlıyorum kendi kelimelerimle. Bir sanatı yorumlamak beni de o sanatın içine dahil ediyor ve bundan büyük keyif alıyorum. Bunu geç farkettim..Ama iyi ki farkettim....
27 Aralık 2018 Perşembe
ROMA / 2018
" Hadi...Sen şimdi su olduğunu düşün ve kendini su gibi hisset...
Su gibi özel, su gibi güzel, su gibi berrak, su gibi yararlı...
Su gibi hayat kaynağı ve su gibi bitmez, tükenmez olduğunu hatırla..
Ama yine su gibi, bir küçük bardağın içine sığdır ki kendini, girebilmeyi öğren insanların damarlarına.
Hayat ver...Vazgeçilmez ol!" Mevlana
Yaşamın başlangıcı olan su ile başlıyor filmimiz...İki katlı bir evin, taş avlusunun uzun uzun yıkanışını seyrediyoruz. Üstü açık avludan, suya yansıyan gökyüzünü de görüyoruz ara ara, geçen uçakları bile...
Mexico City'nin Roma mahallesindedir bu iki katlı ev. Zaman 1970'ler..
Doktor bir baba ile biokimyager bir annenin 4 çocukları, iki hizmetçileri ve anneanne ile yaşadıkları bir evdir burası.
Film, Cuaron'dan bir hatırlama ve hayatındaki kadınlara bir sevgi gönderme filmi.
Yaşadığı şehir, yaşadığı ev ve yaşadığı kadınları hatırlarken, çok da gözümüze sokmadan, o dönemin siyasi ve önemli olaylarını bize gösteriyor usul usul.
Bu usul usul gösteriş, o kadar şiirsel ve bir yandan o kadar doğal ki, adeta kendinizi o atmosferdeymiş gibi hissediyor ve o duyguları yaşıyorsunuz.
Çocukluk anılarımızı hatırlamak gibi...Yavaş yavaş gezinerek, o sırada duyduğumuz çevre sesleri, konuşulanlar, etraftaki objeler, detaylar beynimizin kıvrımlarından yavaş yavaş çıkar gibi...
Filmin iki ana karakteri var. İki kadın. Biri evin annesi, Sofia. Biri de evin hizmetçisi Cleo. Biri eğitimli bir kadın, biri ise eğitimsiz alt sınıftan gelen bir kadın olmasına rağmen, film ilerledikçe görüyoruz ki, kadının kaderi hiç değişmiyor. Sofia'nın dediği gibi " kadınlar hep yalnız".
Sofia, kocasının evi terketmesinden sonra, dört çocuğu ile birlikte kocasının boşluğunu doldurmaya çalışırken, Cleo ise ilişki yaşadığı adamın hamileliğini öğrenmesi ile onu terketmesinin zorluğunu yaşıyor.
Biz bu iki kadının yaşamını seyrederken, bir yanda da Meksika'daki öğrenci protestoları, olimpiyatlar, CIA eşliğinde kurulan komando eğitim kampları, şehrin fakir arka sokakları, sinemaları, burjuvazinin yaşamı arka plan öyküleri olarak görünüyor zaman zaman.
Öyle metaforlar vardı ki fimde hala düşündüren...
Yangın sahnesinde, bir kova su ile koca yangını söndürmeye çalışan orta sınıf insanlarının yanında, sanki film seyreder gibi ellerinde şarap kadehleri ile yangını seyreden zenginler...
Koca Amerikan arabasını, daracık yere parketmeye çalışan doktorun sıkışmışlık duygusu.. Annenin ise kocasının onu terkedişinden sonra öfkesini o arabadan çıkarışı, sonra arabayı satıp kendisine daha küçük bir araba alıp ferahlaması ve hatta koca Amerikan arabası ile yaptığı veda turu.
Doğum sahnesi..Yerli ırkın çaresizlikten , baskıdan, fakirlikten yok oluşu gibiydi sanki bebeğin ölümü.
Köpeğin büyük kakaları ve o kakaların sadece babanın ayağına bulaşması.
Evin büyük kapısından hiçbir zaman dışarıya çıkarılmayan köpek ve kafesteki kuşlar ama ara ara gösterilen göklerde süzülen uçaklar..
Ferminin ve onun gibilerin eğitildiği yerde, kimse tek ayak üzerinde duramazken, sdece tek ayak üstünde durabilen Cleo'nun gücü.
Babalarının evde kalan eşyalarını aldığında sadece kitaplıkları alması, ama asıl önemli olan kitapların evde yerlerde bırakılması.
Dediğim gibi üzerinde uzun uzun düşünülecek, ve hatta filmi yeniden seyretme isteği uyandıran metaforların gücü müthişti bu filmde.
Filmde kameranın sanki oyuncuyu takip ediyormuşcasına hareketi, dış mekan sesleri, kulağa çalınan müzikler, oyuncuların doğal oyunculukları zaman zaman bana o evde yaşıyorum hissiyatını verdi.
Doğum sahnesi ve Corpus Christ katliamının yaşandığı sırada mağaza camının arkasından olanları izlemek çok etkileyici idi..
Ve dalgalar...Dalgaların arasından Cleo'nun çocukları kurtarışı...Kurtarıldıktan sonra çocukların ve Cleonun birbirlerine sıkı sıkı sarılışı. Ve çocuğunun doğmasını hiç istememiş olan Cleo'nun bunu itiraf edişi ve rahatlayışı..
Cuaron öyle güzel bir selam çakıyor ki hayatındaki kadınlara, özellikle kendisini büyüten Libo'ya.. Etkilenmemek imkansız.
Cuaron bu filmi kendi ailesinin evinde çekmiş, kendi hatırlamasını, kendi hesaplaşmasını, kendi öze dönüşünü yapmış. Ben de seyrederken 70'li yıllarıma, kendi özüme döndüm zaman zaman.
" Dönmeyeceğimiz biz yer beğen, başka türlüsü güç
Bir ellerin bir ellerim yeter belliyelim yetsin
Seni aldım, bana ayırdım, durma kendini hatırlat
Durma göğe bakalım " Turgut Uyar
12 Kasım 2018 Pazartesi
Napoli'nin Sırrı ( Napoli Velata) / 2018
Görme yetimizin olması, herşeyi görebiliriz mi demektir?
Baksak da, izlesek de yakından; görmeyi istemediklerimizi görmez, hatta hiç hatırlamaz mıyız?
Ve gördüğümüz şeyler, her zaman ve her yönden anlaşılabilir mi beynimizin kıvrımlarında?
Olmuş mudur size de, yıllar öncesinden görüp de hiç hatırlamadığınız birşeyin, sizi derinden sarsan bir olay başınıza geldiğinizde, aniden saklandığı yerden çıkıp gözlerinizin önüne gelivermesi?
Adriana, 40'lı yaşlarında adli tabip doktoru..Günleri morgda, otopsi masalarında geçiyor. Sanatla içiçe olan bir ailesi var.
Bir gece, ailesi ve yakın arkadaşları ile birlikte bir gösteriye katılıyor. Antik dönemlerden bir doğum anını canlandırıyor çoğunluğunu eşcinsel erkeklerin oluşturduğu oyuncular. Tam doğumun başlayacağı an, tül perde çekiliyor oyuncular ile seyirciler arasına bundan sonrasını seyretmeyi kaldıramayacakları için.
O gece Adriana, genç, yakışıklı Andrea ile tanışıyor. Aralarında güçlü bir çekim oluşuyor ve geceyi Adriana'nın evinde geçiriyorlar. Sabah, akşamüstü Arkeoloji müzesinde buluşmak için sözleşerek ayrılıyorlar.
Müzeye giden Adriana, Andrea randevusuna gelmediği için hayal kırıklığı içinde evine dönüyor. Akşam, bir otopsi için morga çağrılan Adriana, gözleri daha canlı iken yuvalarından çıkarılmış, tanınmayacak haldeki bir erkek cesedine otopsi yapmaya başlıyor. Ancak, kasıktaki dövmeyi görünce cesedin Andrea olduğunu anlıyor.
Bir gece önce birlikte olduğu kişinin vahşice öldürülmesi, Adrianayı da cinayet soruşturmasının içine alıyor. Soruşturma devam ederken Adriana, Andrea'nın tıpatıp aynısı bir adam ile karşılaşıyor. Adam kendisini, yıllar önce evlatlık verildiği için ayrıldıkları, Andrea'nın ikizi Luca olarak tanıtıyor. Adriana, tehlikelerden korumak için Luca'yı evine alıyor.
Yazının bundan sonrası filmi izlemeyenler için keyif kaçırıcı olabilir.
Benim içinse gitgeller ile dolu oldu filmin bundan sonrası. Tıpkı Adriana'nın gitgelleri gibi.
Luca gerçekten var mıydı, yok muydu, Andrea'yı kim öldürmüştü, ya da Andrea gerçekten ölmüş müydü, bulunan o ceset başkasına mı aitti,aynı dövmeye sahip?
Herbir olasılık için tezler ve antitezler koyulabilir, gerçek nerde başlıyor, hayal nerde bitiyor tartışılabilir.
Luca gerçekten var olabilir, Adriananın fotografda, o iki oğlan çocuğu gördüğü gibi. Olmayabilir de, travma veya kayıp yaşayan insanların hayal dünyalarındaki hayal insanlar gibi.
Andrea hiç ölmemiş bile olabilir, kaçakçılık yapan bir insanın kendini kovalayanlardan kurtulabilmesi için kendini ölmüş gibi göstermiş olabileceği gibi..
Filmin asıl gerçeği Adriana. Çocukluğunda annesinin babasını öldürmesine ve arkasından annesinin intiharına şahit olmuş bir kadın Adriana. Bu travmayı ne kadar atlattığı bilinmez ama, ölüler dünyasında yaptığı meslek, hiç evlenmeyişi, ailesi tarafından kırılacak bebek gibi davranılması, ruhsal durumu hakkında epey ipuçları veriyor.
Ve bir gece birlikte olduğu ve oldukça etkilendiği adamı, otopsi masasında bulması zihnindeki tülleri aralayarak, çocukluğundaki travmalarla yüzleşmesini sağlıyor.
Filmin içinde Özpetek sürekli göz ile şeyler koyuyor önümüze. Napoli sokaklarındaki körler, maskenin orijinalini kopyaladığı için gözleri oyulan Andrea, Adriana'nın Luca'ya verdiği göz şeklindeki obje, göz şeklini alan spiral merdivenler.
Ve tüller. Yazımın başında bahsettiğim oyuncular ile seyirciler arasına çekilen tül ve filmin sonunda gördüğümüz "Tüllü İsa" heykeli. Cristo Velato...Bilindiği üzere Napoli'de bir şapelde sergilenen bu heykel İsa'nın çarmıhtan indirilişini işliyor. Acıdan kıvrılan bir beden, yüzdeki ızdırap ve üstüne örtülmüş bir tül...
Gözlerimizin önündeki tülü...Görmek istemediğimiz için, gerçekliğin acısına dayanamayacağımız için gözlerimizin önüne çoğu zaman bilinçsiz serdiğimiz o tülü gösteriyordu Özpetek bana göre...
Ve benim de gerçeklik nedir, hayal hangisidir git gellerim filmin sonuna kadar devam ediyordu.. Tıpkı ruhu yaralı ve hatta hasta olan Adriana gibi...
Bir film boyunca o ruh haline seyirci ancak bu kadar iyi sokulabilirdi.. Film bittikten sonra bile devam eden o şüpheli, sancılı ruh hali..
Ferzan Özpetek.. Bir yerde şöyle demişti.. " Ben, en acı veren şeyleri bile hafif şekilde vermeyi seviyorum."
Bu filmde de böyleydi işte..O Napoli sokakları, o müzikler, o Akdeniz havası.. Yapmış yine o naifliğini.. Böyle ağır bir konuda bile zaman zaman kalkıp dans edesiniz geliyor.
Bu filmde o büyük yemek masaları, yemekler yok ama.. Filmin başrolünü alan Napoli var..
Ferzan Özpetek.. Seviyorum filmlerini
28 Ekim 2018 Pazar
The Last Note ( Το τελευταιο σημειωμα) 2017
"Küçük İngiltere" ve " Gelinler" filmlerinden bildiğim ve iki filmine de hayran olduğum yönetmen Pantelis Voulgaris'in 2017 yapımı bu filmine rastladım geçenlerde. İçimde fazlaca seyretme arzusu uyandırsa da " yine mi Nazi filmi" diye düşünmeden edemedim..
Meğer ne kadar farklıymış...Meğer nasıl bir direniş öyküsüymüş bu yaşananlar..
Ve bu yaşında bile insan hala bazı şeyleri ilk kez duyabiliyormuş.
Bu filmi spoiler vermeden anlatabilmem çok zor..Ama yaşanan gerçekler üzerine kurgulanan bir film olduğundan, çok da önemli değil diye düşünüyorum.
Bilindiği üzere Yunanistan, 1941 ile 1944 yılları arasında Alman işgali altında kalmıştır. Alman faşizmi tarafından en az 100 köy imha edilmiş, yaklaşık 30.000 kişi yaşamını yitirmiştir. Yunan topraklarında bulunan 26 kampta ise binlerce partizan öldürülmüştür.
Bu kamplardan bir tanesi de Haydari kampıdır. Burada kadın, erkek, genç yaşlı yüzlerce komünist yurtsever kalmış , Naziler tarafından çeşitli işkencelere maruz bırakılmışlar ve öldürülmüşlerdir.
Yönetmen Voulgaris, Haydari kampını, Bursalı komünist Napoleon Soukatzidis'i filmin merkezine alarak anlatmakta..Soukatziadis, daha önce Metaksas diktatörlüğü tarafından tutuklanmış, Rusca, Almanca, Fransızca ve Türkçeyi ana dili gibi bilen, bu nedenle Haydari kampında tercümanlık görevi verilen genç bir adam. Yaptığı iş öyle zor ki, işkence yapılan tüm sorgularda dahi orada bulunarak tercümanlık yapması istenir. Çoğu kez, ölüm ona bu kadar yakın olmasına rağmen yoldaşlarının ve mücadelesinin lehine çevirmekten çekinmez bu sorguları.
Gözüpekliği, zekası ve soğukkanlılığı ile Alman komutanın bile dikkatini çeker, iradesi ve kararlılığı ile çoğu zaman komutanı şaşkınlığa uğratır.
Nisan 1944'de Yunan Halk Kurtuluş Örgütü (ELAS) üyeleri Alman ordusu komutanı ve üç Alman subayı pusuya düşürerek öldürünce , Alman makamları misilleme olarak öldürülen her subaya karşılık, Haydari kampında tutulan 200 siyasi tutuklunun infaz edilmesini emreder. Ölüm listesi Gestapo karargahında hazırlanır. İdam edileceklerin isim listesini kampın hoparlöründen Almancadan Yunancaya çevirerek okurken 200 kişinin arasından kendi ismini de okur Napoleon Soukatzis.
İdam günü 1 Mayıs 1944'dür...
En azından bundan sonrasını anlatmak istemiyorum...
Hem kendi gözlerinizle seyredebilesiniz diye...
Hem de...İnfazdan önceki gece ve infaz günü yaşananlar karşısında hissettiklerimi kelimeler dökebilmem çok zor.
Sadece söyleyebileceğim, bu 200 Yunanlının kendilerinden sonrakilere, bir yenilgi değil; müthiş bir direniş örneği göstererek tarihe özlü bir not bırakmış olduklarıdır.
Pantelis Voulgaris...Ben sana ne diyeyim.. Bu üçüncü filmdir, hayattan bir kesit, hem de acı bir kesit, nasıl şiirsel, nasıl yürekten anlatılır; bunu görüyorum..Müthişsin..
Oyuncular, çekimler hepsi ayrı ayrı kutlanası...
Ve bir dip not..Haydari kampı ile ilgili 1962 yılında Theomos Kornaros bir kitap yazmıştır. Ve dilimize Nevzat Hatko tarafından çevrilmiştir. Nevzat Hatko, Behice Boran'ın eşidir.
20 Ekim 2018 Cumartesi
Cria Cuervos ( Besle Kargayı) / 1976
Çocuklar.. Ailenin sessiz tanıkları..
Pek konuşmazlar, göstermezler duygularını ama, onlar herşeyi görür, herşeyi duyar ve hatta konuşulmayanları bile hissederler. Kimi zaman bir oyunun içinde, kimi zaman yaptıkları bir resimde, kimi zaman da anlattıkları rüyalarda dökülüverir tüm tanıklıkları...
Ana da çoğu şeye tanıklık etmiş bir çocuk.. Dışarda iç savaştan çıkmış bir İspanya, içerde de hala savaşın sürdüğü bir ev..
Önce annesi ölmüş Ana'nın... Kötü bir hastalıktan..Anne, son günlerini fiziksel acılarla, ve aslında tüm evliliğini ruhsal acılarla geçirmiş bir kadın..Evlenmeden önce iyi bir piyano sanatçısı iken, bir subayla evlenip kendini evine, eşine ve çocuklarına vakfetmiş. Ama eşinin sadakatsizlikleri, sevgisizliği ve ihmalkarlığı onu mutsuz bir kadın haline getirmiş.
Annesi öldükten bir süre sonra, Ana bir gece uykusundan uyanıp, babasının bir kadınla sevişmesine ve o sırada babasının ölümüne şahit oluyor.
Babasının ölümünden sonra da babanın vasiyeti üzerine, Ana ve iki kızkardeşine bakması için teyzeleri evlerine geliyor. Teyze, otoriter ve kuralları olan bir kadın. Eskiden beri evlerinde olan hizmetçi Rosa ise sevecen ve anaç yapısı ile teyzenin tam karşıtı.
Bir de evde büyükanne var. Konuşamıyor, yürüyemiyor, genellikle tekerli sandalyesinde oturarak duvardaki eski fotografları yüzünde acı dolu bir gülümseme ile seyrediyor.
Carlos Saura, kimi zaman bu hikayede şimdiyi gösteriyor bize, kimi zaman flashback'ler ile geçmişi..Kimi zaman Ana'nın gelecekteki hali geliyor karşımıza, kimi zaman da Ana'nın şimdiki zamanına, ölmüş annesinin hayali ekleniyor. Ama tüm bunları o kadar ustalıkla yapıyor ki biz resmin bütününü görebiliyoruz böylelikle..
Ve anlıyoruz ki Ana, babasının annesini aldatmalarına çok daha önceleri şahit olmuş ve daha o zamanlarda vazgeçmiş babasından ve anneye tutunmuş.Tam tersi olması beklenirken baba kız ilişkisinin; Ana kaçmış bu ilişkiden.
Annesinin ölümünden sonra ise babasından, onun ölümünü isteyecek ve ona zehir sandığı bir tozu içerecek kadar nefret etmiş.
Filmin ilerleyen sahnelerinde Ana, teyzesinin despot ve sevgisiz tavırları karşısında onun ölümünü de istiyor ve o zehir sandığı toz yine devreye giriyor. Ve hatta
bir kez eline silah bile alıyor Ana, teyzesine doğrulttuğu..
Şaşırtıyor bizi Ana, ölüme bu kadar yakın duruşu ile ve birine karşı onu öldürmeyi isteyecek kadar oluşturabildiği nefreti ile.
Film boyunca o kadar çok ölüm görüyoruz, küçücük bir çocuğun ağzından o kadar çok ölüm lafı duyuyoruz ki .. Annesi, babası ölüyor. Tavşanı ölüyor. Teyzeyi öldürmek istiyor. Ve hatta büyük annesine soruyor ölmeyi isteyip istemediğini. Evet cevabı aldığında ise zehir sandığı tozu içirmeyi teklif ediyor.
İlginç olan tüm bu ölümlerde ve ölüm bahislerinde Ana'nın yüz ifadesinin değişmemesi, yüzüne herhangi bir duygunun en ufak bir mimiğinin ilişmemesi.
Üzüntüsünü görmediğimiz gibi çok güldüğünü de görmüyoruz Ana'nın film boyunca..Yalnız bir kez.. O da alaycı bir gülümseme.. Birgün kardeşleri ile teyzesinin kıyafetlerini giyip makyaj yaparak bir oyun oynuyorlar..Ana, annesi oluyor, abla babası, küçük kardeş ise hizmetçi Rosa... Hizmetçi yanlarında temizlik yaparken anne ve babalarının kavgasını oynuyorlar.. Kelime kelimesine hatırlarında tutmuşlar meğer.. Ve işte o an Ana'nın yüzündeki müstehzi gülümsemeyi görüyoruz.
Filmde dış mekan çekimi çok yok.. Yalnızca Ana'nın büyük annesini tekerli sandalyesi ile gezdirirken geçtiği mekanları ve evlerinin bahçesini görüyoruz. Bu yüzden dışardaki yaşama ait pek bir bilgiye sahip olamıyoruz.
Ama evde tek tük konuşulanlardan İspanyadaki iç savaşın yakınlarda bittiğini öğreniyoruz. Tarih bilgimiz de bize faşizan bir yönetimde olduklarını hatırlatıyor filmin geçtiği zamanda.
Aileler...Toplumun en küçük birimleri...Öylesine etkileşim içinde ki bulundukları toplumun hem yönetiliş biçimlerinden, hem kurallarından hem de ekonomisinden..
Tarihsel olarak bilmesek bile, Saura öyle çarpıcı biçimde vermiş ki bize ip uçlarını..
Filmde baba ve babanın tüm arkadaşları subay.. Ve istedikleri gibi yaşama, istedikleri kadınlarla birlikte olma hak ve özgürlüğüne sahip iken.. Kadınlar evlere kapanmış, çok söz söylemeye hakları olmayan, erkeklerin gölgesinde yaşayan, ihmal edilen, sevgi gösterilmeyen, mutsuz bireyler. Tüm faşizan toplumlarda olduğu gibi.
Bir taraftan da biliyoruz iç savaşta nasıl binlerce insanın öldüğünü, öldürüldüğünü..
Aileyi her yönüyle etkileyen bu olayların çocukları da etkileyebileceğine ve Anna'nın ölümü bu kadar içselleştirdiğine şaşırmamak lazım..
Anna'nın gelecekte hali ,çocukluğunda yaşadıklarını anlatırken "Çocuksu cennete ve çocukların masumiyetine inanmıyorum. Çocukluğumu bitip tükenmeyen bir korku ve hüzün olarak hatırlıyorum. Belirsizliğin korkusu." diyor.. Ve sanıyorum,Ana'nın da film boyunca o kocaman gözleri ile verdiği duygu bu olsa gerek.
Ve o küçük Ana'yı müthiş oynayan Ana Torrent'e kocaman bir alkış gerek..
Bir şey daha var yapmanın gerekli olduğu..
Bu yazının okunması bitince, filmde sık sık Ana'nın o küçük pikabına plağını koyarak dinlediği ve ne olduğunu bilemediğimiz düşüncelere daldığı ,onu belki de yaşadığı bu hayattan bambaşka hayal dünyasına götüren, o zamanların hayli meşhur " porque te vas" isimli şarkının dinlenmesi..Sizlere de bana olduğu gibi, geçmişin kokusunu getireceğini vaat ediyorum..
Bu filmi seyrettikten sonra, düşündüm dünyanın bütün çocuklarını..
Savaşların, açlıkların, acıların içinde yaşayan çocukları..
Tacize uğrayan çocukları..
Şiddet gören çocukları..
Çocukluğunu bitip tükenmeyen bir korku ve hüzün olarak hatırlayan tüm çocukları..
Bakışlarında hep o belirsizliğin korkusunu taşıyan çocukları..
Film biterken Ana'nın ablasının anlattığı düş, belki anlatabilir biz büyüklere onların küçücük yüreklerinden hiç atamadıkları o korkuyu..
"Birçok sokaktan geçtik.
Sonra birden, bir kıra geldik.
İlerde bir yerde,pis bir ev vardı.
Terk edilmiş görünüyordu.
Eve bir araba yanaştı.
İki adam indi
Biri dedi ki;
"Av nasıldı?"
Diğeri
"Çok iyi bak ne getirdim sana" dedi.
Beni arabadan çıkarıp evin içine soktular.
Kirli bir mutfak, çok eski bir tava ve birkaç şey daha vardı.
Sonra, beni odalardan birine aldılar ve içeri kilitlediler.
Sonra, bana biraz yemek getirdiler.
Ama ben, o eski tavada piştiğini düşündüğüm için yemedim.
Bana telefon numaramı sordular.
Beni öldürecekleri korkusu ile onlara söyledim.
Aradılar, ama annem ve babam cevap vermedi.
Beni arıyorlardı.
Adam yarım saat sonra yine arayacaklarını söyledi.
Eğer bu sefer de annemler cevap vermezse beni öldüreceğini söyledi.
Çok korktum.
Yarım saat sonra tekrar aradılar.
Hala eve dönmemişlerdi.
Bu yüzden, beni öldürmek zorunda olduklarını söylediler.
Beni ağaçtan bir sütuna bağladılar.
Ve şakağıma bir silah dayadılar.
Tam ateş edeceklerken,
Uyandım."
https://youtu.be/uWYTTQFyt74
29 Ağustos 2018 Çarşamba
Mrs Dalloway 1997/ The Hours 2002/ The Bookshop 2017/ The Guernsey Literary and Potato Peel Pie Society 2018
Bazılarımız şarkılara...
Bazılarımız filmlere tutunuyor,
Bazılarımız kitaplara...
Sanırım artık insan, tutunamıyor insana..." Oğuz Atay
Yaz, sonbahara yüzünü döndü.. Ben de filmlerime...
Tatilim başlamadan bir film seyretmiştim..Vaktim olmadı, yazamadım..
Dönüşümde ise birbiri ardına seyrettiğim, aslında birinin, diğerlerini seyretmeme vesile olduğu üç filmi, üç günde bitirdim. Her filmi seyrettiğimde yazmak istedim. Ama birşey beni durdurdu. Sonuncusunu seyretmemle birlikte, bu filmlerin birlikte yazılması gerektiği, öyle olmazsa benim için birşeylerin eksik kalacağı hissi oluştu içimde.
İlk film, "The Bookshop" idi...
Tatil dönüşünde ise çok övgüsünü duyduğum " The Guernsey Literary and Potato Peel Pie Society " ile sezonu açtım.
Bu film beni "The Hours" filmine davet etti... Bu filmi de seyredince "Mrs Dalloway" filmini seyretmesem olur muydu? Olmazdı elbet.
Ama bu yazımı okuyan okuyucu...Size önerim bu listeyi tersine çevirmeniz. "Mrs Dalloway" ilk sırada olmalı ki diğerleri daha anlamlı olsun.
Belki bir gün, vaktim olursa bir de bu sıralama ile seyretmek isterim ben de...
Bu filmlerin, en büyük ortak özelliği, aslında roman olmaları ve filmlerinin bu romanlardan uyarlanmış olması.
Ama benim gözümdeki ortaklıkları daha farklı...
Hepsinde bir kadın var..
Bu kadınlar...Giydikleri elbiseye sığamayan kadınlar...Ne olursa olsun, onları mutsuz eden sınırları kaldırmaya niyet eden ve başarmak için uğraş veren kadınlar...Bazen, istemedikleri hayata karşın, ölümü tercih eden kadınlar...Özgürlükleri için acı çekmeye razı olan kadınlar..Duygulu, naif ama güçlü kadınlar...
Her kadının olduğu gibi bu kadınların da ceplerinde bolca çakıl taşı var...Kimi zaman ölüme, kimi zaman gerçek aşka, kimi zaman da özgürleşmeye giden yolları döşeyen çakıl taşları...
Ve kitaplar var her filmde...Savaşın ortasındaki insanlara nefes olan, bir çocuğun hayatına dokunan, eşiği atlamak için basamak olan, ilham veren, güç veren, pencere açan kitaplar...
Kitapları sevenler, kitaplardan nefret edenler...Kitap yazmak için doğum sancısı çekenler, kitap satmak için savaş verenler...
Ve tüm filmlerde inanılmaz görsel şölenler var...İnsanda kaçıp oralara gitme arzusu doğuran..
Virginia Woolf'un kocası Leonard'a dediği gibi "Hayattan kaçarak barışı bulamayız"
Ama bazen hayattan bunaldığınızda bu filmler size de iyi gelecektir. Eminim...
23 Nisan 2018 Pazartesi
The Florida Project / 2017
"En sevdiğim ağaç neden bu, biliyor musun?
Çünkü yıkılmış ve hala büyümeye devam ediyor..."
Diyordu filmin bir yerinde Monee, arkadaşı Jancey ile birlikte yıkılmış bir ağacın üstünde, yardım için dağıtılan ekmeklerine reçel sürüp yerlerken.
Çocuklar....Yarattıkları masalsı dünyaları ile zor koşullara direnebilen, kurdukları oyunlarla gerçeklerin acısını hafifletmeyi başarabilen çocuklar...
Bu filmde Sean Baker, o dünyaya, çocukların dünyasına taşıyor bizi.
Florida'da eğlence dünyası Disney World'un hemen dibindeki ucuz motellerde yaşayan çocukların dünyasına.
Adları ve renkleri ile Disney otellerini taklit eden Magic Castle ve Futureland'de yaşayan Monee, Scotty ve Jancey yakın arkadaştırlar. Okulları yaz tatilinde olduğu için kimi zaman arabaların camlarına tükürerek, kimi zaman turistlerden topladıkları bahşişlerle alabildikleri tek dondurmayı sırayla yiyerek, kimi zaman da terkedilmiş banliyö evlerini keşfe çıkarak zaman geçirmektedirler.
Monee'in annesi Halley, sürekli bir işi olmayan, turistlere ucuz parfüm satarak gelir sağlamaya çalışan, isyankar ve ama bir o kadar da kızına sevgi dolu ve yaptığı tüm yaramazlıklara umursamazlıkla yaklaşan bir kadındır.
Scotty ise çalışan bir kadın Ashley'in oğludur. Kafe'de çalışan Ashley çalıştığı mutfaktan yemek vererek Monee ve Halley'e destek olmaktadır.
Jancey'in ise onu çocuk yaşta doğurmuş olan annesi ortalarda yoktur ve anneannesi ile birlikte yaşamaktadır.
Çocukların oyunları bir evi yakmak ile sonuçlanınca, Ashley, oğlu Scotty'nin Monee ile arkadaşlığını engeller ve kendisi de Halley ile görüşmeyi keser.
Artık Monee ile Jancey ikilidir oyunlarında.
Baker, çocukların boyu hizasında tuttuğu kamerası ile bizi de bu oyunların içine alır ve bu dünyayı çocukların gözüyle izlemeye başlarız.
Zaman zaman Monee ile sokakları birlikte keşfe çıkarız, kimi zaman odasına müşteri aldığında, annesinin banyoya kapattığı Monee ile bebeğimizin saçlarını yıkarız, kimi zaman da Monee'nin doymak bilmez iştahı ile yediği yemeklere ortak oluruz.
Monee ve Halley anne kızdan çok abla kardeş görüntüsü verir bizlere..Beraber dans eden, beraber küfreden, beraber para kazanmaya çalışan abla kardeş..
Motel müşterilerine neredeyse günün her saati hizmet veren motel sorumlusu Bobby, Monee ve Halley'e bir baba gibi destek olmaktadır. Kimi zaman onları koruyarak, kimi zaman tehlikeleri bertaraf ederek...Leyleklere yol gösterecek kadar temiz yürekli bu adam, sanki motelin kurtarıcı meleğidir.
Ama onun da yapacaklarının bir sınırı vardır elbet.
Ailelerin varlığını sürdürmek için uygun koşulları oluşturmakta kaplumbağa yavaşlığında olan hükümet, yasal olmayan bir durum karşısında aileyi bölmekte jet hızı ile davrandığında, ne Bobby'nin ne de Halley'in gücü yetmez olacakları durdurmaya.
Film sarsıcı bir final ile sonlandığında, Monee'in yanaklarından dökülen yaşların da ortağıyızdır artık.
Sean Baker, kamera kullanımı ve arka fon renkleri ile bizi bu masalın içinde dolaştırırken, masal ile gerçekleri öyle güzel ve doğal harmanlıyor ki dramatize etmeden belgesel tadında ama bir o kadar da hayatın akışı gibi seyrettiriyor anlatmak istediklerini.. Bu akış içinde, Amerika'da çoğu kişinin, kapitalist düzenin nimetlerinin hem dibinde hem de ulaşamayacakları kadar fersah fersah uzağında olduğunun çok kalınca olmadan altını çiziyor.. Aile kavramının ise artık yok olmaya doğru evrildiğinin de.. Filmde ya babasız, anneleri ile büyüyen, ya annesiz, babaları ile büyüyen çocuklar çoğunlukta.. Neredeyse, motelde yaşayanlar içinde çekirdek aileyi görmüyoruz.
Filmde çocuk oyuncuların performansı olağanüstü.. Özelllikle Monee'yi oynayan Brooklyn Prince...Hele annesini oynayan Bria Vinaite ile uyumu şaşırtıcı..
Willem Dafoe, Bobby rolünde ise muhteşem bir oyunculuk sergiliyor.. Rolüne hazırlanmak için motelde bir süre kalmış Dafoe..
Filmin adı Florida Project ise, Disneyland'in yapım aşamasındaki adı imiş...
"Dalga mı geçiyorsun, düşler mi kuruyorsun
Öyle sonsuz, sınırsız düşler kur ki çocuğum
Düşlerini som somut görüp şaşsınlar
Böyle bir dalgacı daha dünyaya gelmedi desinler
Dünyada yapılmamış işler çoktur çocuğum
Derlerse ki bu işler bişeye yaramaz
De ki bütün işe yarayanlar
İşe yaramaz sanılanlardan çıkar" Aziz Nesin
20 Nisan 2018 Cuma
Tsatsiki Dad and the Olive War ( Cacık Baba ve Zeytin Savaşı) / 2015
"Olea prima omnium arborum est.." Zeytin, bütün ağaçların ilkidir.
Atina şehri kurulduğunda, Atina'yı hangi tanrının koruyacağı tartışılır. Bunun üzerine Zeus, Tanrılar Meclisi'ni toplar. Alınan karara göre, yeni kente en değerli armağanını veren, tanrı veya tanrıça Atina'nın koruyucusu olacaktır.
Deniz tanrısı Poseidon, rüzgar gibi koşabilen ve çok güçlü bir at yaratır. Athena'nın hediyesi ise bir zeytin dalıdır. Bu ağaç büyüyüp, yüzyıllarca yaşayacak, ağacın hem meyvesinden, hem de meyvesinden çıkan yağdan yararlanılacak, sıcak havalarda gölgesi ile insanları kucaklayacaktır.
Yarışın galibi Athena olur, zeytin ağacı Akropolis'e dikilir. Barışın, bereketin sembolü olur her daim..
Cacık, annesi İsveçli, babası Yunanlı bir çocuktur. Annesi ile İsveç'te yaşamakta, tatillerini ise babasının yaşadığı Girit'in Agios Ammos köyünde geçirmektedir.
O yaz tatilinde yine köyüne gider, babasının yanına. Ancak daha önce bıraktığı gibi değildir köyü. Çünkü ekonomik kriz vardır Yunanistan'da. Babasının işlettiği otel bomboş, köydeki çoğu ev satılık, çoğu insan işsizdir. Babası ise sahibi olduğu oteli ve zeytinliği satışa çıkarmak üzeredir. Zeytin ağaçları, çocukluğu, ailesi, kökleridir Cacığın. Hele zeytinliği satacak emlakçıdan, zeytin ağaçlarının kesilip yerine büyük bir golf oteli yapılacağını öğrenen Cacık, arkadaşı Alva ve Per Hammar ile zeytin ağaçlarını ve köyünü kurtarmak için bir plan yapar.
Film biraz çocuk filmi hafifliğinde olsa da güzel dialoglar vardı.
"Sen zeytin ağaçlarına bakarsan, onlar da sana bakar" diyordu Yanni, oğlu Cacığa...Zeytinliklerinde yeni bir zeytin ağacı dikerken...
Cacık ise arkadaşına şöyle diyordu bir ara,sirtaki oynayanları seyrederken..
" Hayat Yunan dansı gibidir. Kimi zaman içeri doğru, kimi zaman dışarı doğru dans edersin. Kimi zaman çemberin içinde kalırsın, kimi zaman da dansını yalnız edersin. Bazen de sevdiğinin yanağına yanağını dayayıp dansını sürdürürsün ömür boyu."
Filmin naifliği, hoş dialogları yanında görüntülerin güzelliği de alıp götürüyor insanı; bir an önce tatile çıkma arzusu doğuruyor. Ne muhteşem koylar varmış meğer Girit'te..
Ve bize benzer, bizim gibi düşünen, bizim gibi yemek yiyen, hatta babannesinin, Cacığı onu öperek ve sıkıştırarak sevmesi üzerine "öpücük ve çimdik memleketi" diye tanımladığı sımsıcak memleketin, sımsıcak insanlarını görmek, iyi hissettiriyor.
Meğer bu film, yönetmen Ella Lemhagen'in aynı isimli kitaplardan kurgulanan üçüncü filmiymiş. Birinci film, Tsatsiki, Mum and Policeman , Berlin Film Festivalinde Kristal ayı ödülünü kazanmış.
Söylemeden geçemeyeceğim. Bu filmi seyrettiğimin ertesi günü Zorba balesini seyretmeye gittim.
Arka arkaya iki gece, Girit'te geçen bir öykü ve sirtaki danslarını seyretmiş oldum böylece.
Elbet Zorba ile bu filmi karşılaştırmak değil amacım, yersiz de olur zaten.
Sadece beni çok etkileyen Zorba balesinden bahsetmek yeri gelmişken..Yoksa içimde kalacak.
Zorba romanını ve filmini bilmeyen, etkilenmeyen yoktur sanırım.
Kelimelerin gücüne inandığımdan, anlatım açısından, bale benim için sinemadan sonra gelmiştir . Zorba balesine de çok çok istekli gitmedim bu yüzden. Zorba ile John'un o muhteşem dialogları olmayacaksa, nasıl bir etki yaratacaklardı ki bende?
Yanılmışım... Yanlış anlaşılmasın yanılmışlığım, dansın kelimelerin gücünü yenebileceği fikrine kapıldığımdan değil..Yanılmışlığım, kelimeler olmaksızın da beni etkilemesinden..Farklı şekilde..Farklı duygularla..Filmin ve romanın gönlümdeki yerinin hep baki kalacağını bilerek..
Sirtaki, bale figürlerinin içinde bu kadar mı güzel harmanlanır, o sirtaki seyetmeye doyumsuz bir hale gelir miymiş? Orkestranın her vuruşu ile her adım, her devinim bu kadar ahenkli olur muymuş? Hele koro.. Söylemeye başladıkları her an,kalbimi sızlatır mıymış? Bir balet, her figürü, her kol hareketi, her bacak vuruşu ile Zorba'nın ta kendisi olur muymuş?
Olurmuş.. Hepsi olurmuş...Ve balenin sonunda beş kez bis yaparlar, bütün salon ayakta alkışlarmış.
O zaman selam olsun buradan da Nikos Kazancakis'e, Mikis Theodorakis'e ve Anthony Quinn'e..
12 Nisan 2018 Perşembe
KELEBEKLER / 2018
"Bir adam, kelebekleri takip edip, ölmelerini beklemiş..Sonra ölü kelebekleri toplayıp gömmüş derisinin altına. Beklemiş birkaç gün. Sonunda kelebek kanatları çıkmış derisinden. Sonra da uçup gitmiş..."
Film, belli belirsiz bir köy görüntüsünün eşlik ettiği bu masal ile açılır. İntihar eden annelerinin çocuklarına okuduğu bir masaldır bu.
Cemal, Kemal ve Suzan, anneleri intihar edince babaları tarafından köyden yollanmışlar, başka yerlerde, bambaşka hayatlar kurmuşlar ve 30 yıldır babaları ile ilişkileri olmadığı gibi birbirleriyle de pek iletişime geçmemişlerdir.
Cemal, Almanya'da yaşayan hiç uzaya gitmemiş bir astronot, Kemal, İstanbul'da yaşayan genellikle hayvan seslendirmeleri yapan, bir kez bir dizide yan rol oynamış, günübirlik yaşayan bir adam, Suzan ise bitirmek istediği sorunlu bir evliliği olan, anaokulu öğretmeni bir kadındır..
Babalarının Cemal'i arayıp, kardeşleri ile birlikte köye gelmelerini istemesi üzerine, çok da gönüllü olmayarak, birlikte bu yolculuğa çıkar ve Hasanlar köyüne varırlar.
Daha yola çıkmadan ve yolculuk sırasında yaşadıkları, aslında bu yolculuğun, geçmişlerine doğru yaptıkları bir yolculuk olduğunun ip uçlarını verir.. Sonrasında ise, köydeki tavukların patlaması gibi, içlerindeki öfkenin, kırgınlıkların, kızgınlıkların, affedemeyişlerin patlaması olacaktır.
Tüm bunları okurken, ağır ve kasvetli bir film olacağını düşündüyseniz eğer , ben de size ne kadar yanıldığını söyleyeceğim..
Evet, dip zeminde böylesi bir travma var.. Ama köyün muhtarının anlattığı "Petruşka"!gibi içiçe geçmiş nice katmanlar var bu filmde..
Hüzün, komedi ve absürtlük öylesine ince ince harmanlanmış ki, film boyunca hiçbir ağırlık hissetmediğiniz gibi, zaman zaman kahkahalar atacak kıvama geliyor, arada düşünüyor, kimi zaman da hüzünleniyorsunuz. Ve bu geçişleri yaşarken yorulmuyor, daralmıyor ve filmin sürpriz finali ile kelebekler kadar hafif kalkıyorsunuz koltuklarınızdan.
Cemal'in " bu köydekilerin hepsi deli" dediği gibi, sanki gerçek olamayacak kadar masalsı ama masal olamayacak kadar da bizi sarsan insanlar var bu köyde.
Mesela dini sorgulayan, nerdeyse ateist bir imam var..
İnanmadığı duaları okumayı reddediyor. Köylülerin yağmur duasına çıkma isteğine karşı diyor ki onlara " Varsayıyoruz ki bu evreni, bu kadar galaksiyi, samanyolunu, gezegenleri, yarattı. Oradan dünyayı seçecek, Türkiye'ye gelecek, Hasanlar'da senin yağmurunla uğraşacak. Sen dünyanın dengesini boz boz, sonra dua et. Uğraşmaz kardeşim, uğraşmaz, bırakın Allah'ı.. Allah lükstür lüks!"
Sonra köyün aklı kıt ama üç kuruşluk aklı ile felsefe yapmaya kalkan muhtarı, muhtarın doğrucu davut karısı ve finaldeki kör çoban..
Yönetmen Tolga Karaçelik bir röportajında şöyle diyor. " Öyle tuhaf zamanlarda yaşıyoruz ki; sosyal medyada kedi videosu izliyorsun, altında politik bir video görüyorsun, sonra üzüleceğin, bir kadına şiddet videosu görüyorsun, sonra komik birşey.. Bunların hepsi alt alta duruyor, sen de birbiri ardına izliyorsun, sonra da hiçbirşey olmamış gibi hayata devam ediyorsun. Ben de bunu aynı filmin içinde yapmayı denersem, belki de yeni bir anlatım dili olabilir diye düşündüm"
Film tam olarak böyle.. Böylenin de ötesinde..Hiçbirşey abartılmıyor. Ne hüzün, ne dram, ne de komedi..En doğal halinde...Olması gerektiği gibi..Yaşamın kendisi gibi..
Evet mesajlar var. Çok gözümüze sokmadan, yumuşak yumuşak, inceden inceye..
Din ve aile kavramına yönelik sorgulamalar var mesela..
Yanında tavuk patlayıp yüzü, gözü kan ve tavuk parçalarına bulaşmış Kemal'in uzun süre böyle dolaşabilmesi, bundan ne kendinin ne de diğerlerinin rahatsız olmaması mesela...Sanki bu ülkenin çoğu insanı gibi...
Babalarının gömülmesi esnasında üç kardeşin içlerindeki kızgınlıklarını haykırırken kelebeklerin uçmaya başlaması mesela.. Hepimizin içini ağırlaştıran ve giderek yenileri eklenen ağırlıklarımızdan, yüzleşerek, affederek kurtulabileceğimiz gibi...
Belki de babaları, özellikle kelebeklerin ölme zamanını vasiyet etmiştir gömülmek için...Karısının intiharı ile içine hapsettiği kelebekleri özgürleştirmek için; kimbilir..
Ben, bu film ile keşfettim Tolga Karaçelik'i.. Ve hayran kaldım.
Müzik seçimleri de öyle isabetliydi ki...
Erkut Taçkın'dan "Baba" , Nazan Öncel'den "Gidelim Buralardan" ve finalde Barış Manço " Binboğanın kızı" ... Öyle doğru yerlere konmuş ki sanki o şarkılar bu film için yazılmış yıllar önce..
Oyuncular, özellikle Kemal'i oynayan Bartu Küçükçağlayan, Suzan'ı oynayan Tuğçe Altuğ, imamı oynayan Hakan Karsak müthiş...Ve diğerleri de...
Biliyorum ne kadar yazarsam yazayım eksik birşeyler kalacak bu filme dair..
Mutlaka gidin, izleyin...Anlayacaksınız...
19 Mart 2018 Pazartesi
Annihilation ( Yok Oluş) / 2018
"Yorgundum
Köklerimdeki uğultuyla ölümü beklemekten
Yaz bitmişti
Bir deprem sesi geliyordu
Yaprağını savuran ağacın köklerinden
Ben doğurdum seni
İçimdeki kaynaktan, acı sudan
Ben doğurdum seni, bir hayal için
İkinci bahardan" Birhan Keskin
Yazmakta belki de en zorlandığım film oldu Annihilation..Filmi seyretmemin üstünden iki gün geçmesine rağmen kafamda net oturtamadım bazı şeyleri. Ama sonra düşündüm ki bu filmi çoğu seyirci farklı okuyacak. Belki kimi kendi ruh haline göre, kimi deneyimlerine göre, kimi ise bilimin ışığında okuyacak.
Öyleyse kendi okumama geçelim.
Amerika Birleşik Devletlerinde bir deniz fenerine gökyüzünden bir ışık düşer ve ışık gide gide etrafa yayılır ve oradaki herşeyi değiştirmeye başlar. Parıltı adını verirler buna.
Üç yıllık bir süreçte takip edilir parıltı. Parıltının içine araştırma amacı ile gidenler geri dönmez. Onlarla iletişim kurulamaz. Parıltıdan tek geri dönen biolog Lena'nın kocası asker Kane'dir. Parıltıya girdikten bir yıl sonra döner Kane, döndüğünde çok konuşmayan, şaşkın bir haldedir, zaten döner dönmez hastalanır ve parıltının hemen yanına konuşlanmış askeri birlikte tedaviye alınır. Lena ise kocasına neler olduğunu anlamak için parıltıya girmek üzere hazırlanan, askeri birlikteki 4 kadına katılmak ister ve bu isteği onaylanır. Ekibin başında psikolog Dr Ventress vardır.
Ekip parıltıya girdiğinde, askeri birlikle iletişimleri kesilir ve zaman kavramları yok olur.
Parıltıda ilk dikkatlerini çeken, bitkilerin ve hayvanların mutasyona uğraması olur. Aynı kökten çıkan farklı çiçekler, insan şeklinde büyüyen bitkiler, boynuzları çiçek şeklinde olan geyikler ve değişime uğramış hayvanlar.
Parıltıda ilerledikçe hem kendilerindeki değişim başlayacak hem de yok oluşa doğru hızla sürükleneceklerdir.
Bundan sonrası ise spoiler olabileceğinden filmi anlatmak yerine bir iki küçük detay vermek istiyorum önemli bulduğum.
Ekip kadınları hakkında çok şey bilmesek de en azından hepsinin hayatında bir kaybı ya da yarası olduğunu görüyoruz. Ekip başı psikolog kanser hastası. Bir diğeri uyuşturucu bağımlısı. Biri kızını lösemiden kaybetmiş. Biri lezbiyen, Lena ise bir yıldır kocasının öldüğünü düşünerek yasını tutmuş ama kocası geri dönmesine rağmen yoğun bakımda hayat savaşı veriyor. Filme ara ara serpiştirilmiş geri dönüşlerden Lena'nın kocasını aldattığını ve bunun pişmanlığını yaşadığını anlıyoruz.
Demiştim ki çoğu seyirci bu filmi farklı okuyacaktır.
Ve çoğunluğun okuması, sanırım gen mutasyonu ve yeni bir türün var oluşu şeklinde olacaktır. Ben de zaman zaman bu çizgiye kaymadım değil.
Lena'nın Kane ile otururken okuduğu " The immortal life of Henrietta Lacks" kitabı,
Lena'nın kocası ile konuşurken yaşlanmanın bir hücre defekti olduğundan söz etmesi,
kanserli hücrelerin bölünmesi ile ilgili öğrencilerine anlattığı ders, psikolog Dr Ventress'in insanların kendini yok etme dürtüsü gibi ayrıntılar, özellikle filmin finali beni bu çizgiye yaklaştırdı.
Kitaptan söz edecek olursam, 1950 lerde rahim ağzı kanseri olan Henrietta Lacks, hastanede yatarken, kendisinden izinsiz doku örneği alınır. Bu hücrelere hastanın adını gizlemek için HeLa adı verilir. Bu hücreler, insan vücudu dışında ölmeden çoğalmayı başarır ve bu sayede birçok hastalığın tanı ve tedavisinin önünü açar.
Tüm bu detaylara rağmen, ben bu filmi, depresyon süreci, insanın kendisi ile yüzleşmesinin sancıları, bu sancıları yaşayan kimisinin ölmeyi seçmesi, yüzleşmeyi başaranların ise karanlıktan çıkışı ve yeniden var oluşu olarak okudum.
Ekipteki tüm kadınların kayıpları, kırgınlıkları, pişmanlıkları, suçluluk duyguları ve hepsinin ilk bakıştaki duygusal küntlüğü böyle düşünmeye itti beni filmin başında. Zaman kavramının kaybı, çevredeki görüntülerin halüsinasyonlara benzerliği, duygusal değişkenlik ve hatta öfke nöbetleri, hayatta kalmaya karşı dirençsizlik hatta birinde gördüğümüz ölüme sakince, gönüllü gidiş.
Hele hele filmin finali..Kendi kopyası olan kişi, aslında yüzleşmekten korktuğu, kendi içinden çıkardıkları. Aynadaki aksi gibi. Aynı hareketleri yapan, ama yenişemediği kısmı. Yenişirse galip gelecek, karanlık depresyonundan kurtulacak. Ve bu yüzleşme ve savaş deniz feneri içinde oluyor...Karanlıkları aydınlatan deniz feneri.
Ama yine de filmi neresinden okursam okuyayım, her okumada oturmayan, anlamlandıramadıklarım oldu. Mantık hataları buldum bir çok..
Film bir romandan çevrilmiş. Filmin yönetmenliğini yapan Alex Garland romanın da yazarı. Sanıyorum, filme çekilen çoğu kitabın başına gelmiş bir durum var burada da. Belki romanı okumak filmi daha iyi anlamayı sağlayabilir.
Alex Garland 2014 yılı yapımı, Ex Machina'nın da hem yazarı hem yönetmeni.
Kesin olan birşey var ise bana göre, Ex Machina'nın yanından geçememiş Annihilation.
Ama yine de seyredilir mi? Bence evet...Çünkü düşündürüyor..
Ve Natalie Portman her zamanki gibi çok iyi.
2 Mart 2018 Cuma
The Shape of Water ( Suyun Sesi) 2017
"Su, aşk gibidir.."
Çocukluğumuzun masalları.. Kah kitaplardan okuduğumuz, kah bize anlatılanlar.. Düşündüğümde görüyorum ki, çoğunlukla bir öteki var bu masallarda..Hor görülen, mutsuz edilen, sevilmeyen bir öteki. Kibritçi kız, Pamuk prenses, Külkedisi aklıma gelenler. Bu masal kahramanları hep iyi tarafta, ötekileştirenlerse hep kötü. Masalların sonu ise iyilerin zaferi ile sonuçlanır, biz de mutluluk içinde gözlerimiz kapar, çocukluk düşlerimize bırakırdık kendimizi.
Bu film de bir masal.. Ötekilerin masalı...Ötekilerin aşkı..
Çocukluğunda bir nehir kıyısına bırakılmış, bir sinema salonunun üst katında yaşayan ve gizli bir bilim laboratuarında temizlikçi olarak çalışan dilsiz Eliza, komşusu gay ressam Giles, iş arkadası siyahi Zelda ve Rus ajanı bilim adamı Dr Hoffstetler.
Dönem, 1960 lar, soğuk savaşın geçtiği yıllar. Bir gün laboratuara Strickland tarafından nehirde yakalanmış, ancak suda yaşayabilen insanımsı bir yaratık getirilir. Hem Amerika'nın hem de Rusya'nın elde etmek istediği bu yaratık ile Eliza ilişki kurmaya başlar. Yaratığın öldürülme emri verilmesi ile Eliza onu kurtarmaya karar verir ve ona üç kişi yardım eder. Giles, Zelda ve Dr Hoffstetler...
Bundan sonrası ise masalın büyülü dünyası ve kalplerimizde mutluluk bırakacak bir son..
Masallarda önemli değildir gerçeklik.. Bu filmde gerçeklikten bizi hayli uzaklaştıracak, masalsı öğeler varsa da, bir tarafta da gerçek dünya var, zaman zaman seyretmekte zorlandığımız...
Ötekileştirilenlerin dünyası var mesela.. Hele o yıllarda..Onların dışlanışı..Kendini bu dünyanın asıl sahibi sananlar tarafından. Hani soruyor ya Strickland Zelda'ya " Tanrı kime benzer" diye. Zelda'nın " Bilmiyorum, Tanrıyı hiç görmedim" cevabı üzerine Strickland " Birimize benzeyecekse eğer, sana değil, daha çok bana benziyordur" der tüm fütursuzluğu ile.
Ötekiler, birbirlerinin ötekiliğini kolay kabullenir, kendisinin ötekiliği ile daha rahat ve iyi hisseder, onunla birlikte olduğunda. Ve hatta onu korur, kollar dışardakilere karşı.
Tıpkı,Zelda'nın işyerinde Eliza'yı koruması, Elizanın ise Gile'e yemekler götürerek ona ihtimam göstermesi gibi..
Tıpkı, en öteki olan, insanımsı yaratığın laboratuara getirilmesinden sonra, onun kaçırılma aşamasında birleşen tüm ötekiler gibi..
Filmin senaryosunu çok kuvvetli bulmasam da, sinematografiye bayıldım. Hele renkler...Sanki daha önce sular altında kalmış da yosun tutmuş gibi görünen Eliza'nın evinin renkleri, giysilerinin renkleri , suyu çağrıştıran yeşilin tonları..
Acaba bu kız da sudan mı geldi diye sorgulamadım değil. Nehir kenarında bulunan bir bebek, her sabah küvetin içinde yapılan mastürbasyon, boynundaki değişik izler, bol suda kaynatılan yumurtalar...
O yumurta başlıbaşına bir metafor zaten. Eliza'nın insanımsı canavarı sürekli yumurta ile beslemesi, bir tür aşka ve cinselliğe daveti olarak algılanabilir mi bugüne kadar cinsellik yaşamamış ve ürememiş Eliza'nın?
Final sahnesinde, sorgulamalarımda çok da haksız olmadığımı gördüm, sudan gelen yaşam ile ilgili.
Guillermo del Torro masalsı anlatımı seviyor ve bu filmi ile de bunu oldukça başarmış.
Ancak, film bana çoğu sahnede ben bunu daha önce gördüm hissi yaşattı. Özellikle çocukluk yıllarıma ait. Laboratuarı bile daha önce görmüşlüğüm var sanki.
Benzer çok film çekildiği için mi, su aralar suçladıkları üzere eski filmlerden intihal yaptığı için mi bilmiyorum ama, dejavu hissi beni kötü hissettirmedi.
El Torro, eski sinemacılara da sıkı bir selam çakmış. Filmdeki sinemanın adı Orpheum idi. Merak edip bakınca şunu gördüm ki 1929'da kurulan film şirketinin adı Radio Keith Orpheum Corporation. Sıkı durun.. En meşhur filmlerinden biri ise King Kong..Bir öteki...
" Sana ondan bahsedecek olsam ne anlatırdım?
Sonsuza kadar mutlu yaşadıklarını mı? Öyle olduklarına inanıyorum..
Aşık olduklarını mı, aşklarını hiç yitirmediklerini mi? Buna eminim..
Ancak Elisayı düşündüğümde aklıma gelen tek şey yüzyıllar önce bir aşık tarafından fısıldanan şu şiir oluyor:
Algılayabilmem mümkün değil suretini
Dört bir yanım seninle çevrili
Varlığın doldurur gözlerimi aşkınla
Yüreğim aciz kalır sonsuzluğunla.."
22 Şubat 2018 Perşembe
Phantom Thread / 2017
Alma : Reynolds hayallerimi gerçekleştirdi. Ben de buna karşılık ona en büyük arzusunu verdim.
Dr. Robert Hardy: Bu neydi?
Alma: Her zerrem..
Film, böyle açılır...Alma ve doktorun sohbeti ile..
Reynolds Woodcock, 50'lerde Londra'da yüksek sosyete terzisidir. Kraliyet ailesi, zenginler ve
sosyete, müşterileri arasındadır. Alt katında yaşadığı, üst katını ise atölye olarak kullandığı bir evde
ablası ile yaşamaktadır. Atölyesinde onlarca terzi çalışmakta, ablası ise sağ kolu olarak hayatını ve
işini her yönden düzenlemekte, hatta kolaylaştırmaktadır.
Woodcock'un hayatına dönem dönem sayısız kadınlar girmekte, bu kadınlar aynı zamanda terzinin mankenliğini yapmakta, ancak Woodcock ilgisini kaybettiğinde veya kadınların ilişkiden beklentileri arttığında ve tabiri caizse vıdı vıdıya başladıklarında, ablası tarafından hayatından uzaklaştırılmaktadırlar.
Woodcock, annesini genç yaşta kaybetmiş ve hala annesinin saç telini ceket astarlarının içine dikecek kadar annesine bağımlı, işinde, yediklerinde, hayat tarzında değişmez kuralları olan, özellikle üretim aşamasında huysuz, orta yaşlarında bir adamdır.
Bir gün işten bunalıp kafasını dağıtmak için sayfiyedeki evine gider. Kahvaltı için gittiği restoranın genç garsonu Alma ilgisini çeker. Alma'ya kahvaltı için siparişlerini verir, ama bu sipariş oldukça fazla ve çeşitliliktedir. Daha sonra Alma'yı akşam yemeğine davet eder. Alma Reynolds'un eline bir
not bırakır. " Aç çocuk, adım Alma " yazan...
Akşam yemeğini birlikte yerler. Sohbet sırasında Reynolds annesinin saç telini ceket astarının içinde sakladığını ve yine sohbetin bir yerinde hiç evlenmediğini, evliliğin hayatının düzenini bozacağından
korktuğunu, aslında " confirmed bachelor" olduğunu söyler. Yemekten sonra Reynolds Almayı evine götürür ve ondan dikmekte olduğu bir elbiseyi giymesini rica eder. Alma elbiseyi giyer, üstünde prova yapılır. O sırada abla Cyril eve gelir. Alma ile tanışırlar. Ve Alma'nın ölçüleri alınır tek tek.
Ölçü alımı bitince Cyril Alma'ya ölçülerinin tam ideal, Reynolds'un istediği gibi olduğunu söyler.
Böylece abla tarafından da onaylanan bu ilişki başlar ve Alma atölye eve taşınır. Aynı zamanda Reynolds'un mankenliğini de yapmaya başlar. En nadide parçalar, onun ölçülerine göre biçilir, onun üzerinde sergilenir.
Ancak Reynolds zor bir adamdır, hayat onun kurallarına göre yaşanmalıdır, ve bu kurallar asla değiştirilmemelidir. Ama bu, inatçı tabiatlı Alma'ya göre değildir. Alma da kendi duruşunu koymak ister bu ilişkideki. Bu duruşu kabullendirmek ise hiç kolay değildir. İlişki nerdeyse, Alma'nın evden
uzaklaştırılma noktasına gelmişken, Alma'nın aklı sayesinde ilişkinin bağımlılığa ve sonrasında evliliğe dönüşümü başlayacaktır. Çünkü,Alma daha ilk gece Reynolds'un zaafını görmüştür.
Film, çok katlı.. Bir taraftan houte couteur dünyası ve bu dünyanın müşterileri. Tasarım ve üretmenin zorlukları yanında büyülü dünyası. Sanatçı bir terzinin gelgitleri, sancıları...Ve bir elbise
bittiğinde, hem üretenin hem de ürettiğini taşıyanın mutluluğu ve hazzı..
Bir taraftan da her bir karakterin iç dünyaları ve birbirleri ile olan ilişkileri, savaşları, galibiyetleri, mağlubiyetleri...
İlişkiler, bağlılık değil, bağımlılık temeline dayandırıldığında, her iki taraf birbirinin zaaflarını bulmaya ve onlar üzerinden hakimiyet kurmaya kalkıyor ki vazgeçilmez olsun, mecbur olunsun, bağımlı olunsun..
Alma, ilk buluştukalrı yemekte yaptıkları sohbette bunu farkeder. Annesinin saç telini ceket astarında sakladığını söyleyen birinin anne zaafını anlamamak zor olmasa gerek.
Bundan sonrası ise Alma için, bir oğulun annesinden almak istediklerini, Reymonds'a vermek olacaktır.
Filmin sonlarındaki olağanüstü yemek sahnesinde Alma şöyle der kocasına " Senin yataklara düşmeni, aciz, hassas , açık olmanı ve sadece benim yardım edebilmemi diliyorum."
Reynolds'un istediği de tam budur. Çünkü o mutlu bir adamdır artık.
Yönetmen Paul Thomas Anderson, filmin başından itibaren karakterleri ilmek ilmek işleyerek sunuyor.
Daha en başından Almayı ilk gördüğü restoranda, Alma'nın Reynolds'un eline tutuşturduğu notta yazan " aç çocuk" sözü ile bize oral fiksasyonu olan bir adamı çağrıştırmaya başlıyor.
Sonra yemekte Reynolds'un kendini tanımladığı "confirmed bachelor" tanımlaması. Her ne kadar müzmin bekar gibi algılansa da bu sözcük, internette araştırdığımda gördüm ki 40'lar 50' lerde gay adamları kibarca tanımlamak için kullanılan bir sözcükmüş meğer...
Film boyunca Alma ile Reynolds bir ilişki yaşıyor gibi gözükseler de onları aynı yatak odasında hiçbir zaman göremiyoruz. Sadece şefkat ve belki bir iki öpücük,tüm ilişkideki temas olarak bize gösterilen.
Alma ise bizi tamamen ters köşe yapıyor. Başta basit, sakin bir garson kız gibi gördüğümüz Alma, film ilerledikçe bizi şaşkınlığa düşürüyor aklı ve yaptıkları ile.
Anderson ustaca karakter yaratımının yanında,şahane dekorlar, göz alıcı renkler ve elbiseler , hepsi birbirinden ilginç yan karakterlerle harika bir iş çıkarmış. Filmin müziklerine ise bayıldım.
Ya hayatının son rolünü oynadığını beyan eden Daniel Day-Lewis'e ne demeli. Nasıl tanımlarsan tanımlayayım eksik kalacak oyunculuğu. Oyunculuk kariyeri için müthiş bir final. Oskar'ı alacağından hiç kuşkum yok.
Alma'yı oynayan Vicky Krieps ve Cyril'i oynayan Lesley Manville de çok iyi iş çıkarıyorlar.
Bizler terzide dikilen elbiselerin, o güzelim kumaşların olduğu devrin çocuklarıyız. İlk kendimizi bildiğimizden beri annelerimizin elinden tutar, kumaş mağazalarına giderdik...
O kumaş mağazalarının kokusu hala aklımdadır. Beğendiğimiz kumaşı, tezgahtarın nasıl da düzgün kestiğine şaşkınlıkla bakardım. Onu aldıktan sonra terzimize gider, ölçü verirdik. Sonra provalara gider gelir, o kumaş parçasının nasıl da güzel bir elbiseye dönüştüğünü safha safha görürdük. Hala hatırlarım dikilen elbiselerimizi. Ve, ister eve gelen gündelikçi terzi olsun, ister bir butiğin terzisi; hepsinin nasıl birer sanatkar olduğunu bilirim.
Bu yüzden, herşey bir tarafa, geçmişe bir yolculuk oldu benim için bu film...
12 Şubat 2018 Pazartesi
LOVELESS (SEVGİSİZ) / 2017
"Birden işitilmez olsun ayak seslerim
Gölgem bir başka sokağa sapıversin
Unutayım bir anda herşeyi" Can Yücel
Moskova'da bir nehrin görüntüleri ile açılıyor film. Her yer karlara bürünmüş. Nehrin kenarında kimi nehire uzanmış, kimi birbirine sarılmış, kimi dimdik gökyüzüne uzanmış
ağaçlar..Uzun uzun fotograf tadındaki bu doğa harikasını izlerken, kameranın görüntüsü sert bir şekilde gri, sevimsiz beton, büyük bir binaya çevriliyor. Bu bina neresi diye düşünürken, birden kapısından çıkan çocukları görünce okul olduğunu anlıyoruz. Okulun dağılış saati.. Alyosha da bu çocukların içinde..Annesi, babası boşanmak üzere olan, istenmeyen bir hamilelik sonucu dünyaya gelmiş, hala da sevilmeyen, istenmeyen bir çocuk Alyosha. Anne ve babanın sevgilileri var, çoğu gecelerini sevgilileri ile birlikte geçiriyorlar ve ikisi de boşandıktan sonra hayatlarına ayak bağı olur diye oğullarını istemiyorlar, hatta yatılı okula göndermeyi bile düşünüyorlar. Boris'in tek korkusu ise, boşandığı ve oğlunu istemediği için, koyu bir Ortodoks olan patronu tarafından işine son verilmesi.
Bir gece, baba Boris eve geliyor ve karısı Zhenya ile şiddetli bir kavgaya tutuşuyor. Kavganın ana konusu yine Alyosha...O kadar yüksek sesle ve fütursuz bağıyorlar ki, Alyosha bütün bağrışmaları duyuyor ve o an anne ve babasının onu istemediğini anlıyor. Ve Alyosha'nın bir
kapı arkasında, belleklerimizden hiç çıkmayacak olan ağıtı başlıyor ...Çığlık çığlığa ağlıyor
Alyosha... Ama tek bir ses bile duyulmuyor. Öylesine çaresiz, öylesine yalnız çığlıklar ki....
Ve ertesi gün Alyosha yok oluyor. Anne ve babası yok olduğunu bile iki gün sonra anlıyorlar.
Ve polise gidiyorlar. Polisin, bürokrasinin güçlüklerinden bahsederek onları gönüllü sivil bir arama kurtarma ekibine yönlendirmesi ile Boris ve Zhenya ekip ile birlikte Alyoshayı aramaya başlıyorlar.
Film, kaybolan bir çocukla ilgili olsa da, yönetmen Alyosha'yı merkezine alarak, toplumu, epey de sert bir anlatımla seyirciye gösteriyor.
İnsanların sevgisizliği ve benmerkezciliği, yalnızlıkta boğulmuş insanların telefonlarına adeta bir can simidi gibi yapışmaları, ilişkilerdeki donukluk öyle çarpıcı örneklerle veriliyor ki çevremizde bunları neredeyse hergün gördüğümüzü hatırlıyıveriyoruz.
Boris'in işyerinde kutu kutu masalarda çalışan, her öğlen kurulmuş saat gibi hazır yemeklerden seçen, masalara oturup, hızla yemeğini tüketen bir nevi robotik iş insanları hangi
ülkede yok ki?...
Rusyanın hantal bürokrasisi nedeniyle işlerin yürümediği ve sivil örgütlerin artık bu işleri devir alması gerektiğinin, arama çalışmalarına katılan şahane bir arama kurtarma ekibi ile altını iyice çizmiş, ismini zorlukla yazabildiğim, telaffuzunu ise hiç becermediğim yönetmen Andrey Zvyagintsev.
Filmin belki de insanın tek içini ısıtan, tek umut veren kısmı idi arama ekibi. Bir de Zhenya'nın sevgilisinin Portekizde okuyan kızı ile yaptığı görüntülü konuşma. O birkaç dakikalık konuşma, filmin sadece soğuk değil, buz gibi olduğunu hissettiriverdi..
Filmde yönetmen sürekli pencereler gösterdi bize. Zaman zaman kamera, içerden dışarıya bakanın arkasından çekim yaparak bize dışarıyı gösterdi, zaman zaman da pencerinin dışından içeriye doğru bir çekimle, dışarıya bakanın yüzünü gösterdi bize. Sanıyorum içerdeki insan ile dışardaki hayatın birbirinden kopuşu, birbirine karışamayışı idi vurgulamak istediği.Ya da içerdeki hayatımız ile dışardaki hayatlarımız arasındaki farklılığımız...
Alyosha bulunuyor mu filmin sonunda, çocukları kaybolmuş bu anne, baba sevgiyi öğrenebiliyorlar mı yeniden yoksa yakın gelecekte bizi daha da umutsuz, daha da sevgisiz günler mi bekliyor? Zvyagintsev bizi uzun uzun düşündürüyor...
Film bittiğinde ise emin olduğum ve inandığım tek şey...
"Dünyayı güzellik kurtaracak
Bir insanı sevmekle başlayacak herşey" idi....
8 Şubat 2018 Perşembe
The Killing of a Sacred Deer ( Kutsal Geyiğin Ölümü) / 2017
Bazı yönetmenlerin alameti farikaları vardır. Her filmlerinin içine yerleştirirler bu işaretleri..
Lanthimos da böyle bir yönetmen diyebiliyorum artık, üçüncü filmini seyettikten sonra.
Söylemeliyim ki bazıları bu adamın filmlerini hiç sevmiyor, hatta nefret ediyor, bazıları da bayılıyor.
Bir dünya çiziyor Lanthimos, sınırlarını kendisinin belirlediği, gerçekliğini kendisinin yarattığı. İnsanlarını da öyle yaratıyor, alışık olmadığımız insan tarzında. Duygularını belli etmeyen, yüzlerinde pek sevinç, üzüntü, korku, endişe mimikleri barındırmayan, düşüncelerini süzgeçsiz hemen dile getiriveren, içgüdüleri ön planda olan, sanki hayvanımsı insanlar.
Seyirci eğer neden, nasıl sorularını sorararak izlerse, Lanthimos'un dünyasına giremiyor ve bence filmlerini sevmiyor.
Ama bu dünyaya sorgusuz girerseniz eğer, asıl sorgular orada başlıyor.
Lanthimos " Dogtooth" filminde devleti sorguluyordu; " The Lobster" filminde ise toplumu..
Bu filmde ise sorgulanan aslında vicdan gibi gözükse de bana göre sorgulama yelpazesi genişlemiş. Günümüz insanına, değerlere , güce ve dine ait epeyi çalımlar var.
Yönetmen bu kez sorgulamalarını bir Yunan tragedyası üzerinden yapıyor.
Öykü şu ki...Truva savaşından hemen önce, Aulis'te filolar toplanırken, Yunan ordularının kumandanı Agamemnon Artemis'in kutsal geyiklerinden birini öldürür. Buna çok öfkelenen Artemis, Truva kıyılarına gidecek gemilerin rüzgarlarını keser, orduları Aulis'te mahsur bırakır ve askerlere hastalık gönderir. Artemis, bu durumdan kurtulmaları için, Agememnon'un kızı Ifigenia'yı kendi elleri ile kurban etmesini ister.
Lanthimos, filmde Artemis'in intikamı ile Mark'ın intikamı arasında paralellik kuruyor.
Mark'ın babası, Doktor Steven Murphy'nin hastası. Kalp ameliyatı sırasında doktor alkollü ve hasta ameliyatta kaybediliyor.
Doktor Steven çok başarılı bir kalp damar cerrahı. Karısı Anna ise göz doktoru. İki çocukları olan, şahane bir evde oturan, hayat şartları son derece iyi olan bir aile.
Bir gün hayatlarına Mark giriyor. Aslında Dr Steven uzun zamandır vicdanını rahatlatmak için Mark ile ilgileniyor, onunla buluşuyor, ona hediyeler alıyor. Ve bir gün ailesi ile tanıştırmak için onu evine davet ediyor. Ve Mark için intikam zamanı başlıyor.
Mark Steven'e iki çocuğunun ve eşinin hastalanacağını, önce yürüyemeyeceklerini, sonra yemek yemeyi keseceklerini, sonra ise gözlerinde kanlar geleceğini ve en sonunda dediğini yapmazlarsa öleceklerini anlatıyor, İstediği ise, Steven'in ailenin bir ferdini öldürerek, diğer ikisini kurtarması.
Önce erkek çocuk, sonra da kız çocuk hastalanıyor. Hastanede tüm imkanlar seferber ediliyor.. Ama ne hastalığa bir tanı konulabiliyor ne de bir çare bulunabiliyor.
Ve seçime giden yolun yapı taşları döşenmeye başlıyor.
Kardeşin kardeşe, hatta annenin çocuklarına karşı hayatta kalma dürtüsü ile yaptıkları, babanın bu seçimi yaparken gözönüne aldığı kriterler, güçlü olana peygamber misali tapınış, acımasızlık, katılık, bencillik... Yapı taşları bunlar işte..
Kabul etsek de etmesek de insanoğlunun içindeki ilkel içgüdüler..Aile, eğitim, statü yok oluyor, ilkel insan kalıveriyor öyle...Hayatta kalmak için... .
Sonunda elbette bir seçim yapılıyor. Giden gidiyor, kalan sağlar bizimdir misali yaşam devam ediyor...
Başında demiştim bu filmin yelpazesi oldukça geniş. Göndermeler, metaforlar öyle çok ki..
Neden Steven ellerini sürekli yıkıyor, neden kendi deri kayışlı saat severken, Martin çelik kayışlı saat tercih ediyor, neden Martin'in annesi kocasını öldüren o ellere hayran, neden Steven ile Anna sevişmelerinin adını genel anestezi koymuşlar, neden hastanede kamera yüksekten, tanrıların dağı Olimpostan seyredermiş gibi bir his uyandıracak çekimler yapıyor, neden Anna Martin'in ayaklarını öpüyor?
Öyle çok soru ve öyle çok cevap var ki film boyunca. Sorular bir olsa da, sanırım cevaplar her seyredene göre farklı olacaktır. Belki beni düşündürdüğü gibi sizi de günlerce düşündürecektir cevapları bulmak.
Ama bir soru var ki..Çok merak ettiğim..Kutsal geyik kimdi sizce?...
11 Ocak 2018 Perşembe
Three Billboards Outside Ebbing, Missouri / 2017
Ebbing kasabasının çıkışında üç tane reklam panosu...
İlkinde "Ölürken tecavüze uğruyordu"
İkincisinde " Hala tutuklama yok mu?"
Üçüncüsünde ise " Bu nasıl oluyor Şef Willoughby?" yazan üç reklam panosu..
Bunları yazdıran Mildred isminde aylar önce kızı tecavüz edilip, yakılarak öldürülen, Ebbing kasabasında yaşayan acılı bir anne. Uzun süredir polis şefinin suçluyu yakalamak için gerekli adımları atmadığına inandığından ses getireceğini düşündüğü bu hamleyi yapar.
Ama bu hareketi kasabada infial yaratır. Çünkü tüm kasaba polis şefini çok sevmektedir ve şef pankreas kanseri olduğundan sayılı günü kalmıştır.
Ama Mildred, tek başına mücadele eder, karşısında duranlarla...
Bu mücadeleyi seyrederken...
İyiler gerçekten iyi mi?
Kötüler aslında sanıldığı kadar kötü değil mi?
İyiler de kötü olabilir miymiş?
Kötülerin içinde iyiliğe evrilebilecek bir yön mü varmış?
Suçlular hep cezasını bulur muymuş?
Masum değil miymiş hiçbirimiz? .... soruları da beynimde at koşturdu desem yeri..
Bir o karakterle, bir öbür karakterle empati yapmaktan, bir karakterden önce nefret edip, sonra onu bağrıma basacak kadar sevmeye giden uç duygular yaşamaktan, kimin safını tutup, kimin karşısında olacağımı bilememekten ruhum yoruldu.
Ama çok sevdim bunu.. Çünkü bu filmde kesin iyiler ve kötüler yok.. Suçlu, suçsuz irdelemek yok.. Kesin yargılar yok. Ama Amerikan adalet sistemine, politikasına, din adamlarına büyük goller var.
Ve şahane bir senaryo var. Çok ince dialoglar var. Müthiş oyunculuklar var.
Sevgi var, nefret var, öfke, kızgınlık, şiddet, affediş, kabulleniş var. Ve bu zıtlıkların evrilişleri var bir o tarafa, bir öte tarafa..
Zaman zaman kahkaha da atıyorsunuz, zaman zaman durumun ağırlığı üstünüze üstünüze geliyor..
Galiba yönetmen Martin McDonagh bize insanı göstermek istemiş..Tüm çıplaklığı ile insanı...
Bu da şaşırtıyor, düşündürüyor, kimi zaman hatta, yok saçmalamış bile dedirtiyor.
Bu gösteride oyuncuların herbiri müthiş iş çıkarıyorlar. Özellikle Mildred'i oynayan Frances McDormand ve kıt akıllı polis yardımcısı Dixon'u oynayan Sam Rockwell. Zaten bu oyunculukları ile Golden Globe'da ödül aldılar.
Ben, Dixon'un annesini oynayan Sandy Martin'in oyunculuğuna da bayıldım.
Sahi bu iki anne, Mildred ve anne Dixon neden erkek gibiydiler filmde? Kılıkları, kıyafetleri, içki içişleri, küfürlü konuşmaları ve davranışları ile? İkisi de dul kalmış iki kadın ve yalnız
çocuk yetiştirmişler.. Dış dünyaya karşı bir kalkan mı oluyor acaba yalnız kadınların erkekleşmesi?
Film hakkında çok detaya girmedim spoiler olabilir diye.
Ama, şunu söylemeden edemeyeceğim. Polis şefi Willoughby'ın intiharından önce,karısına, Mildred'e ve yardımcısı Dixon'a yazdığı mektuplar olağanüstüydü. Bir insan, ölmeden önce mizah duygusu ile böyle güzel mektuplar yazabilir mi, ölümü böylesine kabullenebilir mi? Olurmuş demek....
Demiş ya şair Muhyiddin Abdal...
" İnsan insan derler idi
İnsan nedir şimdi bildim
Can can deyu söylerlerdi
Ben can nedir şimdi bildim."
Ben de bu film ile insana dair bir pencere daha gördüm.
Teşekkürler Martin McDonagh...
6 Ocak 2018 Cumartesi
Our Souls at Night ( Ruhların Sonbaharı) 2017
"Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
Hırsızlar, polisler, açlar, toklar uyusun
Herkes uyusun, bir seni uyutmam, bir de ben uyumam
Herkes yokken biz oluruz, biz uyumayalım " Turgut Uyar
" Geceler en kötüsüdür, öyle değil mi?"
"Ben de öyle düşünüyorum"
Louis ve Addie'yi bir araya getiren iki cümle..
İkisi de ömrünün sonbaharında, ikisinin de eşleri yıllar önce ölmüş ve ikisi de yıllardır yalnız yaşıyorlar..
Bir akşam Louis'nin kapısı çalınıyor. Gelen yıllardır komşusu Addie'dir ve ona bir teklifi vardır . Geceleri yalnız uyumanın zorluğundan bahseder ve gecelerini birlikte geçirmeyi önerir. Aynı yatakta yatacaklar ve sohbet edeceklerdir sadece.
Louis'nin önce teklif garibine gitse de, bir süre düşünüp kabul eder.
Böylece her gece Louis, Addie'nin evine gelir bir kesekağıdı içinde taşıdığı pijama ve terlikleri ile.. Her gece sohbet ederler ve birlikte uyurlar.
Günler daha doğrusu geceler, geceleri kovalar, sohbetler derinleşir..Ya duygular...
Bundan sonrasını anlatmak, seyredecekler için keyif kaçırıcı olabileceğinden, çok anlatmak istesem de kesmek zorundayım olanları.
Filmin bana çok iyi geldiğini söylemeliyim öncelikle.
Niye iyi geldiğini de düşündüm sonra.
Sevdiğim iki oyuncuyu seyretmek mi? Elbette..
Güzel çekimler, harika manzaralar? Tabii payı var..
İyi bir senaryo? Evet, hakkını yemeyelim..
Ama asıl, asıl... Benim hep özlemini duyduğum, böyle ilişki yaşayan insanlara, imrenerek baktığım ilişki biçimini görebilmek, hala var olabileceğini umut edebilmek..
Neymiş ki bu ilişki biçimi?
Konuşmaya dayalı, saygıya dayalı, karşısındakinin hayatına saygılı ve güven verici bir ilişki..
Ama en önemlisi konuşabilmek.. Herşeyi konuşabilmek.. Yargılamadan, suçlamadan, anlayarak..
Günümüzde hızla tüketilen ilişkilerin tam tersi..
Dedim ya.. İyi geldi film bana..
Filmi izlerken, zaman zaman yüzümde koca tebessüm olduğunu farkedip, kendime tebessüm ettim bu kez de..
Robert Redford ve Jane Fonda hep muhteşemdiler.. Hala da öyleler..
Ama ben, bu estetik işlemler, Botox, dolgu, ıvır zıvıra bu filmi seyrettikten sonra iyice tövbe
ettim..İkisi de 80 lerini yaşıyorlar.. İkisinin de yüzü porselen gibi.. Ama gitmiş o güzelim yüzler, başka birşey gelmiş yerine, tarif edemeyeceğim.. Tamam incecikler, çok sağlıklı gözüküyorlar, helal olsun da.. Doğal yaşlanma, başka bir güzel olurdu sanki..
Diyeceğim; ruhunuza iyi gelen iki saat geçirmek istiyorsanız, bu film tam size göre...
"Bilmezler yalnız yaşamayanlar,
Nasıl korku verir sessizlik insana,
İnsan nasıl konuşur kendisiyle,
Nasıl koşar aynalara,
Bir cana hasret,
Bilmezler..." Orhan Veli
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)