Sinema sanatını çok seviyorum. Okumayı çok seviyorum.Yazmayı en çok seviyorum. Bir filmi izledikten, bir romanı okuduktan sonra düşüncelerim kelimelere dökülüyor. Ve ben o filmi , o romanı hep hatırlıyorum kendi kelimelerimle. Bir sanatı yorumlamak beni de o sanatın içine dahil ediyor ve bundan büyük keyif alıyorum. Bunu geç farkettim..Ama iyi ki farkettim....
27 Kasım 2016 Pazar
Arrival(Geliş) 2016
Bu filmden çıktıktan sonra beğendim mi, beğenmedim mi ona karar veremedim ..
Uzaylıların dünyaya inişi, uzaylılarla insanların iletişime geçmeye çalışmaları, ahtapot kolları olan garip vücutlu uzaylılar, ilk başlarda filmi ET'nin gelişmiş bir versiyonu gibi hissetirse de bana, film ilerledikçe düşündürmeye başladı beni bazı kavramlar üzerine..
Filmden çıktıktan sonra, ve hala birkaç gün geçmesine rağmen baktım ki hala düşünüyorum...Yazmaya karar verdim.
Film, zamanı lineer olarak algılamayan uzaylıların dünyanın çeşitli yerlerine eş zamanlı inişi ve Amerikan silahlı kuvvetleri tarafından görevlendirilen dil bilim uzmanı Louise'nin uzaylılarla iletişim kurma çabası üzerinde gelişiyor.
Filmin görüntü ve ses kurgusu çok iyi..Adeta sizi içine alıyor..Müzikler çok iyi seçilmiş..
Çok aksiyon olmamasına rağmen, sıkılmadan seyrettiyor ve çoğu zaman gerilimi düşürmüyor.
Ama bu filmde ne konu, ne görüntüler, ne de müzikler değildi beni asıl etkileyen...
Filmde beni etkileyen ve düşünmemi sağlayan şey, "dil" ve "iletişimin yolu" idi..
Siz hiç dilini tek kelime bile bilmediğiniz biri ile yalnız kaldınız ve iletişim kurmak zorunda kaldınız mı? Ve hatta bir süre geçirdiniz mi?
Ben geçirdim..Biri 8 yaşında bir çocuktu...Önce aramızda ortak, ikimizin bildiği bir dil bulmaya çalıştım..Buldum da..Matematiğin evrensel dili..Bu dil ile bana güvendi çocuk..Aynı olduğumuzu görebildi..Sonra da oyunun dilini kullandım neşeli vakit geçirebilmek için..Başardım da...Aramızda çok güzel bir iletişim ve sevgi gelişti kısa sürede..
Diğeri ise 70 yaşlarında bir kadındı..O daha zordu...Matematik bile bilmiyordu. Ama yemeğin dilini kullandık birlikte..Çokca gülümseme ve sevgi gösteren dokunuşlar ile karşılıklı iletişimi başarmıştık..
Ama filmin bir yerinde diyor ya..."Ne tür bir iletişim yolu kullanırsanız, aranızdaki ilişki de o şekilde gelişir"... Kullandığınız yol bazen de öfkeye, sevgisizliğe ve hatta kavgaya yol açabiliyor bazen..
Filmde ilk defa duyduğum bir şey vardı..."Sapir-Whorf hipotezi"
Bu hipotezin özü şu: Sözcükler dünyayı nasıl algıladığımızı belirler. Her dilin kendi içinde bir mantığı ve algılama biçimi vardır. Dolayısı ile dünyaya kelimelerle bakıyoruz desek yalan olmaz.
Ve yeni bir dil öğrenmek , yeni bir düşünce yapısını da öğrenmek demek.
Hani denir ya " bir lisan bir insan".. Ne kadar doğru. O lisan sadece o dili bilen insanlarla iletişim kurmamızı sağlamıyor, onların düşünce yapısını, hayata bakışlarını da gösteren yeni bir ufuk açıyor önümüzde..
Bu film, belki IMDb puanını hak etmiyor bana göre ki 8.4 verilmiş...
Ama seyircinin düşüncelerinde yeni ufuklar açıyor.
" En azından üç dil bileceksin
En azından üç dilde
Ana avrat dümdüz gideceksin
En azından üç dilde düşünüp rüya göreceksin
En azından üç dil " Bedri Rahmi Eyüboğlu
26 Kasım 2016 Cumartesi
I Am Cuba (Soy Cuba) 1964
"Ben Küba'yım..
Bir zamanlar Kristof Kolomb burada karaya ayak basmıştı.
Günlüğüne şöyle yazmıştı: "Burası bir insan gözünün görebileceği en güzel yer"
Teşekkürler Bay Kolomb..Beni ilk gördüğünde şarkılar söyleyip gülüyordum. Gemilerini selamlamak için palmiyelerimin yapraklarını sallıyordum. Gemilerinin mutluluk getirdiğini sanmıştım.
Ben Küba'yım..
Gemilerinin şekerini alıp bana gözyaşı bıraktılar. Garip şeydir şu şeker Bay Kolomb..
İçindeki onca gözyaşına rağmen, hala tatlı.."
Buğulu bir kadının sesinden, bu sözlerle başlıyor film palmiye ağaçları, şeker kamışları ve hırçın bir denizin görüntüleri eşliğinde..
Sonra bir otelin terasına geçeriz.Yüzme havuzunda yüzen insanlar, podyumda güzellik
yarışması için salınan kızlar, havuz kenarında içkisini yudumlayan zenginler, gece kulübünde eğlenen Amerikalılar ve barın kenarında kendisini seçen adamla geceyi tamamlamak için bekleyen hüzünlü güzel kadınlar..
Oradan, Havana'nın yoksul kelimesi az kalacak sefalet içindeki bir mahallesine götürür bizi görüntüler...
Sonra, şeker kamışı tarlalarına gideriz, kendisinin olmayan topraklarda tüm gücü ile çalışan çiftçilerin hayatına..
Ve üniversite...General Batista'ya karşı ayaklanan cesur yürek üniversite öğrencileri ile çatışmanın kalbindeyizdir artık..
En son yolculuğumuz ise, dağlar..Muhteşem bir doğanın içindeki dağ köyleri..Ve Che...Ve Castro...Ve devrimin isimsiz kahramanları...
Yönetmen Kalatozov....Sen neler yapmışsın öyle? O yılların olanakları ile kamerayı böyle nasıl kullanmış, akıl alacak gibi değil. Ben, seyrettiğim bunca fimde kameranın bu kadar ustaca
kullanıldığını ilk kez görüyorum..Bir anda bir otelin terasından, yüzme havuzunun içine, oradan bir gece kulübüne sanki uçuyorsunuz. Denizlerden, şeker kamışı tarlalarına, hırçın denizlerden, sisli dağlara geçiyor ve büyüleniyorsunuz adeta.
Yıllarca Amerika, bu filmi saklamış propoganda filmi diye..Yıllar sonra, Martin Scorsese ve Francis Ford Coppola tarafından farkedilip, gün yüzüne çıkarılmış..İyi ki...
Propoganda filmi demiş ya Amerika...Tam aksine...O kadar naif ve yalın bir şekilde anlatıyor ki dönemi...Tapınmadan, göze bile sokmadan Castro ve Che'yi...Öylesine birkaç saniye görüyorsunuz onları filmin bir yerinde...Dağlarda..
Hep kameranın gücünden bahsettim...Filmin seslerinden bazen de sessizliğinin gücünden bahsetmezsem çok haksızlık olur. Hele şeker kamışlarını kestikleri o sahnedeki sesler...Hayran kaldım..
Kalatozov...Saygı ile eğiliyorum bu başyapıtının karşısında..
"Ben Küba'yım..
İnsanlar doğduğunda iki yolları vardır:
Esaret yolu..Bu ezilmeye ve çürümeye mahkumdur.
Ve yıldızlara uzanan yol..Bu aydınlatır, ama öldürür.
Bunlar Jose Marti'nin sözleri..
Siz yıldızları seçeceksiniz..Yolunuz zorlu olacak ve kanla çizilecek..Ama adalet için her nerede bir kişi yola çıkarsa, binlercesi daha ayaklanacak. insanlar bittiğinde ise taşlar ayaklanacak..
Ben Küba'yım...
İnsanlar doğduğunda iki yolları vardır..
Siz yıldızları seçeceksiniz.."
Öyleyse yıldızları seçen Castro, Che ve isimsiz kahramanlara selam olsun...
3 Kasım 2016 Perşembe
JULIETA/2016
Bir kadının hayatına ne çok hikaye sığmıştır.. Ne çok duygu barındırmıştır bu hayat. Ne çok vazgeçiş, ne çok kavuşma, ne çok ayrılık yaşar bir kadın..Ne çok insan gelir ve geçer bu hayattan..
Çoğu zaman bir kendisi bilir kadın tüm hikayelerinin toplamını, tüm duygularının adını, tüm kalp ağrılarını, içinde uçuşan tüm kelebeklerin kanatlarını..
Bi de biz seyirciler biliriz, o kadınlardan biri Almodovar'ın filminin kadını olduysa eğer..
Julieta...İşte o kadınlardan..Edebiyat öğretmeni.. Önce kocasını bir deniz kazasında kaybediyor..Daha sonra kızı onu terkediyor..Geriye gidişlerle kocası ile tanışmasını, kızını doğumunu, ailesini, yaşadığı yeri görüyoruz.. Ve yaşadığı suçluluk duygularını, çelişkilerini, dibe vuruşlarını..
Kadınlar sanıyorum erkeklerden daha fazla etkileniyorlar insanların özellikle sevdiklerinin
davranışlarından, yaptıklarından ve yapamadıklarından... Julieta da öyle.. Birkaç dakika süren bir dialog ömür boyu suçluluk duygusuna yol açabilir mi öyle olmasaydı? Ya da trende tanışıp, bir kez seviştiği bir adam ona yazdığı mektubunda ' seni yağmur altında görmek isterdim, sığınacak bir yer ararken ve o yer benim evimken' sözleri onu koşturur muydu hayatını bile bilmediği bu adamın evine? Ya kızı onu terk ettikten sonra 'yokluğun hayatımı tamamen dolduruyor ve onu tamamen yok ediyor' diyecek kadar yaşamından vazgeçebilir miydi bir anne?
Kadınları bu kadar iyi tanıyan, dahası anlatabilen bir yönetmen Almodovar. Ve bu filmi ile yine dönmüş sahneye, uzunca bir aradan sonra. Ne çok özlemişim meğer.
Filmde yine Almodovar'ın o şahane renkleri vardı. Hele filmin açılışını yapan o elbisenin müthiş kırmızısı.. Sahi o elbisenin kıvrımları size de birşey çağrıştırdı mı?
Çekimler, mekanlar ve özellikle la mar (deniz) !
Tren sahnesi en güzel sahnelerdendi..Bir sevişmenin belki de yaşanacak en romantik mekanı olmuş.
En imrendiğim sahne ise edebiyat dersinde öğretmenler ile öğrencilerin Ulysses'i tartışması idi.. Resmen kıskançlıktan öldüm. Böylesi güzel bir tartışmayı ömrü hayatımda ne gördüm ne de duydum ben.
Geçenlerde okumuştum Almodovar'ın en çok etkilendiği yönetmen Alfred Hitchcock imiş.. Ya bunu yeni öğrendiğimden, ya da gerçekten öyleydi, bu filmde öyle sahneler vardı ki sanki Hitchcock filmi izliyorum dejavusu yaşadım. Özellikle hizmetçi Marian'ın olduğu kimi sahneler Rebecca'yı hatırlattı bana.
Zaten Almodovar'ın filmlerinde o çaktırmadan verdiği gerilimi de seviyorum ben. Kan revan, ölüm kalım yoktur ama bir gerilim yaşatır size keyifli keyifli. Aynen Hitchcock gibi..
Filmde Julieta'nın gençliğini ve olgun yaşını ayrı oyuncular oynuyor. İkisinin de performansları çok iyi olduğu kadar, sanki aynı oyuncunun gençliği ve olgunluk çağı kadar benzerlik vardı yüz ifadelerinde.
Ama asıl müthiş oyuncu hizmetçi Marian'ı oynayan Rossy de Palma.
Ve filmi bayıldığım Chavela Vargas'ın şarkısı ile bitirmiş Almodovar..Sen uzun uzun yaşa ve hep film yap usta. Biz de sinema budur işte demeye devam edelim.
26 Eylül 2016 Pazartesi
IL POSTINO ( POSTACI) /1994
''Well, now,
If little by little you stop loving me
I shall stop loving you little by little..
If suddenly
You forget me
Do not look for me,
For i shall already have forgetten you..''
Yüreğime dokunan şiirlerini çok sevdiğim Pablo Neruda'yı konu eden bu filmi seyretmek için bunca zaman niye bekledim, bilmiyorum.
Doğru zaman şimdi imiş benim için belki de.
Bazen, birilerinin hayatına dokunuruz, birileri de bizim hayatımıza..Ne kadar çok değişikliğe neden olabileceğimizi bilmeden..
Neruda da tahmin edemezdi sanırım, sürgün nedeniyle gittiği küçücük bir İtalyan kasabasında, rastladığı postacının hayatına küçücük dokunuşunun kelebek etkisi misali birçok kişinin hayatını değiştirebileceğini..
Şili'de hakkında yakalama emri çıktığı için , ülkesini terketmek zorunda kalan Pablo Neruda'ya İtalya, küçük bir adasında sığınma hakkı verir ve ona bir ev tahsis edilir. Ev, merkeze epey uzak olduğu için ona gelen mektupların ulaştırılabilmesi için Mario görevlendirilir. Mario'nun babası ada halkının çoğunluğu gibi balıkçılıkla uğraşmaktadır ama Mario balıkçılığı beceremeyen, işi olmayan, ancak okur yazar düzeyinde eğitimi olan bir adamdır.
Ve, Mario işine başlar. Her sabah bisikleti ile giderek, mektuplarını ulaştırır Neruda'ya. Ama öylesine meraklı ve öğrenmeye hevesli bir adamdır ki Mario, şiirlerini öğremek ister şairin..Komünizmi öğrenmek ister.. Hatta kendi de şiir yazmak ister..
O kadar saf ve temiz bir adamdır ki, her karşılaştıklarında sorduğu soruları, bir çocuğa anlatır gibi sabırla cevaplandırır Neruda. Zamanla soru cevap tarzı iletişimleri, sohbetlere ve samimiyete dönüşür. Ve hatta, aşık olduğu kadını etkilemek için ona şiir yazmasını ister Mario, Neruda'dan..Ve yardım eder şair, bu çaresiz adamı güzel Beatrice Russo'ya kavuşturmak için..
Bazı filmler, sonu nasıl biterse bitsin ruhumuzda bir serinlik ve yüzümüzde bir gülümseme yaratır ya... Bu da onlardan işte..
O çok sevdiğim İtalyancanın ritminin beni iyi hissetirmesi mi, güzelim ada mı, sevdiğim şairin dizeleri mi? Belki de hepsi..Ama asıl, artık belki de bu dünyada hiç yok diye düşündüğüm, sevgiyi, saflığı ve temizliği, vefayı görebilmem Mario'nun kişiliğinde..
Hani diyor ya filmin bir yerinde Mario, Neruda'ya ''Şiir onu yazana değil, ona ihtiyacı olana aittir''.
Bu filme de benim ihtiyacım varmış bu akşam.
Mario'yu oynayan Massimo Troisi muhteşem oynuyor rolünü..
Ama öğrendim ki, film çekimleri sırasında olması gereken kalp ameliyatını ertelediği için, film biter bitmez kalbine yenik düşmüş ve maalesef bu dünyadan göçmüş..
Ama ne güzel bir anılmadır ki, yıllar sonra, başka ülkede bir kadın onun filmini seyrediyor ve uyumadan önce gökyüzüne bir selam çakıyor bu muhteşem oyunculuğu için Massimo Troisi'ye ...
Şimdi size önerim...Takın kulaklığınızı...Madonna'nın sesinden 'If you forget me '' şiirini dinleyin..Ve siz de çakın bir selam Neruda'ya..
23 Eylül 2016 Cuma
Babette's Feast ( Babette'in Şöleni) / 1987
'Bir yemeği aşk ilişkisine dönüştürmek..Bedensel açlık ile ruhsal açlık arasında ayırım yapmayan bir aşk ilişkisi'...
Beni vuran bu cümleler, sanki filmin de özeti bir nevi.
Bedensel hazlarımız mı önemli, ruhsal doyumumuz mu?
Yoksa ikisinin birlikteliği mi bize bu dünyadaki mutluluğu yaşatan?
Püritanlar bildiğim kadarı ile dünyevi zevkleri red eden, haz alınan herşeye karşı olan ve kendilerini tamamen Tanrı'ya hizmet etmeye adamış bir topluluk.
İşte böyle bir Püritan topluluk var fimde de..Danimarka'nın sahil kasabasında yaşayan. Ve bu toplulukta iki kız kardeş. Martina ve Filippa...Babaları çok saygı gören bir rahip ve bu kız kardeşler de hayatlarını babalarına bakmaya ve Tanrı'ya hizmete adamışlar.
Zaten yaşadıkları sahil kasabası da münzevi bir kasaba görüntüsünde. Gri ve kasvetli... Gökyüzü gri, deniz gri, evler bile gri renkte.
Yıllar geçiyor, Martina ve Filippa yaşlanıyor. Hayatlarında evlenmemiş, barklanmamış bu iki kızkardeşin kapısı çalınıyor bir akşam. Bir tanıdıkları aracılığı ile kendilerini bulan Babette var kapılarında. Babette, Fransa'dan savaştan kaçmış, kocası ve oğlu savaşta öldürülmüş ve kalacak yeri olmadığı için onlara hizmet etmeye gelen bir Katolik..Kabul ediyorlar ve Babette onlara hizmet etmeye başlıyor, onların dilini öğreniyor ve kasabada herkes tarafından sevilip kabul görüyor.
Bir gün Babette'e piyangodan para çıkıyor. Kızkardeşler Babette'in bu parayla ülkesine döneceğini düşünürlerken, Babette bir istekte bulunuyor. Onlara ve arkadaşlarına bir akşam yemeği düzenlemek. Ama koşul, tamamen Fransız mutfağı olması. Velhasıl bu isteği kıramıyor Martina ve Filippa..
Bundan sonra yazdıklarıma dikkat!..Spoiler içerebilir.
Babette hazırlıklara başlıyor. Fransa'dan kaplumbağaya, kurbağalara kadar tüm malzemeleri getiriyor.
Bu arada kızkardeşler derin bir çaresizlik içinde. Çünkü farkındalar ki ziyafet müthiş olacak ve onlara göre alacakları her zevk, şeytana gidişin bir basamağı. Topluyorlar Püritan topluluğu ve durumu açıklıyorlar. Ama bir o kadar da kibarlar ki, yemeği red etmek yerine, yemek hakkında düşünmeden, tadını hissetmeden sunulanları yemeye karar veriyorlar.
Tabi ki muhteşem akşam yemeğinde, o enfes yemeklerin yenilmesi ve özenle seçilmiş şarapların, şampanyaların içilmesi ile birlikte bedensel hazzın da farkına varmaya başlıyorlar.
Yüzleri,bedenleri, tepkileri ve davranışları bile değişiyor yedikleri her lokmada, içtikleri her şarapta.
Yemekte bir de misafirleri var. Bir general. Bir zamanlar kızkardeşlerden birine aşık olan ama mesleki kariyeri uğruna bu aşktan vazgeçmiş olan bir general.
Sadece bu general dile getirebiliyor yediği enfes tadları ve içtiği içkilerin nefasetini.
Çünkü bu general bir zamanlar Paris'in en ünlü restoranı Cafe Anglais'de bir ziyafete katılmış ve oranın kadın şefinin dillere destan yemeğini yemiş biri. Yanılmıyor general. Çünkü bu şef Babette...
Babette, tüm maharetini ve piyangodan kazandığı tüm parasını bu ziyafet için döküyor iki kızkardeşin ve arkadaşlarını önüne..Kabul görmesininin ve minnettarlığının bir göstergesi olarak..
Bir zamanlar, aşkını kariyeri uğruna heba eden general de...Belki de bir zamanlar küçümsediği ve yaşamak istemediği bu kasabada gerçek şöleni görüyor.. Bedenini ve ruhunu birlikte doyuran..
Film aslında Babette'in şöleni değil..Bence bir sinema şöleni.
İlk 30 dakikasında sıkılabilir, daralabilirsiniz. Lütfen sabredin, gerçek şölen sonunda..
19 Eylül 2016 Pazartesi
The Hundred-Foot Journey (Aşk Tarifi) /2014
"Kem alât ile kemâlat olmaz" der annem. Yani kötü malzeme ile iyi bir yemek yapamazsın.
Ama bana göre malzemenin iyi olması da iyi bir yemek ortaya çıkarmak için yeterli değildir.
Yemek aşk ile yapılmalıdır. Yemeğe sevgi katılmalıdır ki damak çatlatan lezzet çıksın ortaya.
Belki ondandır ben o plastik eldivenleri hiç kullanmam yemek yaparken. Yüreğimden akan sevgi ellerimden aksın, geçsin diye. El lezzeti dedikleri budur belki de..
Bunca girizgahtan sonra anlamışsınızdır bu filmin ana konusunun yemek olduğunu..
Evet yemek ve o yemeği aşk ile pişiren Hintli Hasan Kadam'ı anlatıyor film.
Tüm aile aşçı aslında. Hindistan'ı savaş nedeniyle terkeden aile Avrupa'da bir Fransız kasabasına yerleşiyor. Ve orada bir Hint lokantası açıyorlar. Ama karşılarında da Fransız bir kadının işlettiği, Michelin yıldızlı , şehrin ünlülerinin geldiği bir restoran var.
Film iki restoranın rekabeti ve Hasan'ın Fransa çapında bir şef oluşuna kadar giden süreci anlatıyor. Ama nasıl güzel bir anlatış..
Benim gibi, beğendiği her kasabada buraya bir restoran açsam nasıl olur hayalleri olan, yemek yapmayı bir külfet olarak değil de keyif olarak gören, değişik tatlar denemeyi seven biri için film nasıl desem..Sanki kendime ait bir rüya gibiydi..
Düşünsenize...Şahane bir Fransız kasabası...Alabildiğince yeşil çayırlar, çok şirin evler, küçük küçük cafeler, yerel pazarlar, envai çeşit deniz ürünleri, ormandan toplanan mantarlar, bisiklet yolları....Ve harika bir mimarisi olan bir restoran..Üstü ev, altı restoran ve ortada avlu..
Bence malzeme taş olsa, insan ondan da yemek çıkarabilir böyle bir yerde..
Keyifli bir zaman geçirmek istiyorsanız ve yemek yapmak ve yemekten hoşlanıyorsanız eğer bu filmi seyredin..
Ama uyarıyorum..Filmi seyrederken çok acıkıyorsunuz :)
18 Ağustos 2016 Perşembe
Annemle Geçen Yaz ( Que Horas Ela Volta?) / 2015
''Yapılması ve yapılmaması gereken şeylerden nasıl bu kadar eminsin? Bunları yazan bir kitap mı var'' diye soruyor Val'in kızı annesine..
Büyürken, hepimiz en az bir kez sormuşuzdur buna benzer bir soruyu, annelerimize..Sorunun cevabı hiçbir zaman bizi tatmin etmese de, ya bu kuralları biz de öğrenir ve uygular olmuşuzdur, ya da uygulamayıp hafif aykırı biri olarak yaşamımıza devam etmişizdir.
İşin enteresanı, büyüdükçe ve deneyimledikçe, bu kuralların evrenselliği bizi şaşırtmıştır pek çok kez..
Bu film de beni şaşırttı izlerken..Bizim memleketten binlerce kilometre uzakta, dünyanın öbür ucundaki ülke de meğer bize ne kadar benzermiş..
Val, Brezilya, Sao Paolo'da zengin bir evde hem evin işlerine bakmakta hem de bebekliğinden beri, şimdi delikanlı olan Fabinho ile ilgilenmektedir. Aynı zamanda bu evde yaşamaktadır , dışarı açılan bir penceresi bile olmayan bir odada. Evin kurallarını sıkı sıkıya benimsemiş, her zaman güleryüzlü, sevecen, ilgili kısacası ailenin vazgeçilmezidir.
Bir gün yıllardır görmediği kızından bir telefon gelir ve üniversite sınavı için yanına geleceğini söyler Jessica. Kızının gelmesi ve onun da aynı eve yerleşmesi ile dengeler değişmeye başlar. Annesinin tam tersine, kuralları sevmeyen, sınıf eşitsizliğine karşı, tüm bağımsızlığı ve gururu ile yeni neslin akıllı kadınlarından olan Jessica'nın hizmetliler için yasaklı yüzme havuzuna girmesi ile dananın kuyruğu kopar tabiri caizse..
Film belki hepimizin çok klişe bulduğu zengin fakir sınıf farklılığını, sistemin kurallarını işlese de...Öyle samimi ve gerçekçi bir dil ile işliyor ki..İşte sinemanın gücü burada diyorsunuz.
Ayrıntılardır farkı yaratan denir ya hani.. Val'in, evin hanımına hediye ettiği fincan takımı, paketi korumak için etrafına sarılan patlakların patlatılmasından duyulan keyif, buzluktaki buzların alınıp, buzluğun dondurucuya boş koyulmasının yarattığı sinir bozukluğu..Öyle küçük ama öyle insana ait ayrıntılar var ki...
Hele ki havuz..Çalışanlara yasaklı havuz. Bir kez bile havuza adımını atmamış Val'in kızının üniversite sınavını kazandığını öğrenmesi ile zafer kazanmış gibi girişi o havuza..O çocuksu sevinci..
Ağır bir dramın içinde çok keyifli ayrıntılardı bunlar..
Val'i oynayan Regina Case'in olağanüstü oyunculuğu en büyük etken elbette..
İşin özü...Seyredilesi bir film...
14 Ağustos 2016 Pazar
Eternity and a Day ( Sonsuzluk ve Bir Gün) / 1998
Bu satırları okumaya başladıysanız eğer... Öncelikle Eleni Karaindrou'nun Eternity and a Day bestesini açın ve size eşlik etmesine izin verin piyanodan çıkan muhteşem notaların..
''Bazılarımız şiirlere tutunuyor
Bazılarımız şarkılara
Bazılarımız filmlere tutunuyor
Bazılarımız kitaplara
Sanırım artık insan tutunamıyor insana '' demiş ya Oğuz Atay..
Ben de uzun bir aradan sonra yine filmlere tutunmaya başladım. İnsan'a tutunamadığımdan değil...Belki de daha iyi tutunabilmek için insanlara..
Tıpkı, son gününü geçiren Alexander'ın , bunca yıldır kendisine aşık karısına, annesine, babasına ve dahi hiç kimseye tutunamayıp, hayatının son gününde bir kırmızı ışık çoçuğuna tutunduğu gibi..Hani kırmızı ışık çocukları vardır ya, başka ülkelerden gelip, para kazanabilmek için kırmızı ışıklarda aracınızın camlarını silmeye çalışan..İşte öyle bir çocuk Alexander'ın son gününde edindiği dostu..
Alexander, usta bir yazar ve şair. Ama işine saplantılı, işi dışında hayatındaki hiçbirşeyi tam anlamıyla hayatına alamamış biri..
Hayatının son gününde, geçmişle hesaplaşmaya başlıyor.
Özellikle eşi ve annesi ile , paylaşılmayan zamanlar, gösterilemeyen sevgilerin pişmanlığı, yönetmenin geçmişle bugünü aynı anlarmış gibi kurguladığı sahnelerle içimize işliyor.
Hayatının son gününde Alexander, bir yandan düşüncelerinde geçmişine dönse de bir yandan da o göçmen Arnavut çocuğu ile başlayan dostluğu ile, sanki kefaretini ödüyor tüm yaşamının. Kefaret ödense bile pişmanlığının bitmediğini, yazarın film biterken defa defa dile getirdiği son kelime ile anlıyoruz. argadini..argadini..argadini ( çok geç)
Yönetmen Angelopoulos'un insanı sarsan derinlikteki anlatımı, oyuncuların gücü ve Eleni Karaindrou'unun insanın içine işleyen müzikleri ile harmanlanmış bu film bittiğinde insanın aklında tek soru kalıyor. ''Yarın ne kadar sürecek ?''...
Yazarın eşinin cevapladığı gibi..'' Sonsuzluk ve bir gün ''.....
13 Ağustos 2016 Cumartesi
The daughter (2015)
Yaşamda, mutluluğu devam ettirmek için bazen yalanlar söylenebilmeli mi, yoksa mutsuzluğa ve hatta felaketlere yol açacağını bile bile gerçeklerin en acımasız olanları bile saklanmamalı mı?
Filmin bir yerinde Walter'ın söylediği gibi herkesin hayatında yok mudur böyle hikayeler? Yalanlar, sırlar, dramlar...
Ve nedense yalanlar üzerine kurulan yaşamlarda neden en büyük cezayı, en masumlar çeker?
Film bittiğinde, bu sorular beynimde dolaşıp durdu..
Elbette kesin cevabı yok..Cevap her kişiye göre değişiyor. Kişinin kaybetmekten korktuğu şeylere göre belki de..
Film, Henrik İbsen'in Yaban Ördeği isimli tiyatro oyunundan esinlenilmiş.
İbsen, yazarlık yaşamı boyunca gerçeğin yılmaz savunucusu olmuş, gerçekliği deşerek yaşamdaki yalanları ortaya çıkarmaya kendini adamış bir yazar. Bu oyununda ise, kendisi ile çelişkiye düşme pahasına, bazen yaşam yalanlarının, yaşamda ayakta kalmak için gerekeceğini vurgulayarak, gerçeklik aşkına yapılan davranışların, masum insanların kurban edilmesine yol açabileceğini gösterir.
Filmde, uzun yıllardan sonra babasının yaşadığı kasabaya dönen Christian'ın eski arkadaşı ile karşılaşması ve bu karşılaşma ile birlikte iki aile arasında yıllardır saklı kalan bir dramın açığa çıkışı anlatılıyor.
İki aileden biri, fabrika sahibi zengin ama mutsuz, diğeri de fakir ama mutlu bir aile.
Filmin kurgulanması, oyuncuların özellikle Geoffrey Rush ve Sam Neill'in performansları, çekimler çok iyi.
Ama bazı simgelerin çok fazla göze sokulması ve bu simgelerin neredeyse çocukluğumuzdan beri bilinç altına çakılmaya çalışılan klişeler oluşu beni biraz rahatsız etmedi değil.
Fakirlerin mutsuz, zenginlerin dramlarla bezeli mutsuzlukları olduğu, ördek yavrusu vurma acımasızlığında olanın zengin ama onu kurtaran ve iyileştirmeye çalışanın vicdanlı fakir olması gibi..
Film kasvetli görünse de sonuna kadar seyircinin dikkati çekmeyi başarıyor. Ve filmin sonu biz seyircilere bırakılıyor.
26 Ocak 2016 Salı
SOLACE / 2015
Film, Solace kelimesinin anlamı ile başlıyor. İsim olarak, kederin sıkıntının, hüznün tesellisi, fiil olarak ise, teselli etme, yatıştırma, rahatlama anlamları varmış.
Fimde, bir yanda bir seri katil var. Onulmaz hastalığa sahip olan insanların acı çekmemeleri için, onları en mutlu eden ritüellerle ve ne olduklarını bile anlamadıkları hızlı ve acısız bir ölüm şekli ile öldüren bir seri katil bu.
Öbür yanda ise FBI dedektifleri ile geçmiş ve gelecekteki tüm olasılıkları hesap ederek , en kuvvetli olasılığa, sezgisel güçlerini katıp hem geçmiş hem de geleceği görebilen bir doktor var.
Doktor John, yakınlarda kızını lösemiden kaybettiği için, inzivaya çekilmiş ama yakın arkadaşı olan dedektifin ısrarlarına dayanamayarak, onlara bu olayın çözümünde yardım etmeye başlıyor..
Konu çok şaşırtıcı değil...Keza filmin gidişi de öyle.. Kurgu eh işte denilecek cinsten..Hani illa seyredin, seyretmezseniz çok şey kaçırırsınız diyemem..
Amaaa...Benim gibi iflah olmaz bir Antony Hopkins hayranı iseniz, mutlaka seyredilesi. Yine döktürüyor usta oyuncu. Colin Ferrell de artı bir bonus...
Film, Kuzuların Sessizliği filmini çok çağrıştırıyor. Yine derinliği olan, yine opera hayranı ve yine doktor, ve de yine seri katilin bulunmasında en büyük role sahip olan bir Antony Hopkins.. Ve ine karşısında genç ,güzel, hırslı bir FBI dedektifi...
Bunlara rağmen, Kuzuların Sessizliğinin yanından geçemiyor elbet..
Tüm eksikliklerine karşın , film bittiğinde düşüncelere kapılıp gidiyorsunuz.
Bir yanda '' Bu, sadece ölen kişilere izin verme şekli...Biraz itibarla ölmeleri için..Bazen en büyük sevgi gösterme yolu en zor olandır '' diyerek, acı çeken insanları öldürmeyi savunan bir katil..
Öbür yanda ''Hiç ölen birini tandın mı Charles, bilmiyorum ama..Onları korku ve mücadele ile başbaşa izlerken ve hayata tutunuşlarını görürken...Bence görseydin, insanın hayatındaki son anlarının ne kadar kıymetli olduğunu anlardın..Bu noktada, hayatın acısı bile belki çok güzel olabilir..'' diyerek ne olursa olsun yaşamı savunan John..
Düşündüm...Düşündüm...Hangisi acaba?...Ne olursa, nasıl yaşanırsa yaşansın, acılar çekilse de, onulmazın en onulmazı bir hastalığa sahip olunsa da yine de yaşama hakkı mı, çıkmadık candan umut kesilmezin umudu mu?..Yoksa , ölüm hakkı mı verilmesi gereken, acı çeken bu insanlara?
21 Ocak 2016 Perşembe
SPOTLIGHT / 2015
''Fakir bir ailenin fakir bir çocuğuysan eğer, inanç çok önemlidir.Bir rahip sana ilgi gösterdiğinde bu çok önemli bir olaydır. Senden bağış toplamanı ya da çöpü dökmeni isteyebilir. Bu seni özel hissettirir. Sanki tanrının yardım istemesi gibi..
Sana müstehcen bir şaka yaptığında bu garip olabilir ama artık ortak bir sırrınız vardır. Ardından yalnız kaldığınızda size porno dergiler göstermeye başlar. Tekrar, tekrar ve tekrar..Birlikte vakit geçirirsiniz. Ta ki....Ağzını onu rahatlatmak için kullanmanı isteyinceye dek..Halen gitmeye devam edersin. Çünkü kapana kısılmış gibi hissedersin. Seni tımarlamıştır. Sonuçta tanrıya hayır diyemezsin değil mi?
Bunun yalnızca fiziksel bir istismar olmadığını anlamak önemli..Bu aynı zamanda ruhsal bir istismar. Bir rahip sana bunu yaptığında inancını da çalar. Sonunda ya bir iğneye ya da bir şişeye ihtiyaç duyarsın..Bunlar da işe yaramazsa bir köprüden atlarsın. ''
Bir rahip tarafından, 11 yaşında istismara uğramış ve kendisini ''kurtulanlar'' dan biri olarak tanımlayan ve tüm kurtulanlar için bir yardım kuruluşu kuran ve çocuk istismarı yapan rahiplerin yargılanması için uğraşan genç bir adamın sözleri bunlar.
Yıllardır, kilisenin örtbas ettiği, yüzlerce istismar mağduru ve buna neden olan onlarca rahip , aslında bu olayı,çoğu kişinin bildiği, ama görmezden geldiği Boston şehrinde yaşamaktadırlar.
Boston Globe gazetesine yeni atanan bir editör, Spotlight ekibinden bu konunun üstüne gitmelerini ister. Konu üstüne gidildikçe dallanıp budaklanır, sadece kilisenin değil, şehrin avukatlarının, üst düzey yetkililerinin de bu koruma kalkanında yer aldığı ortaya çıkar.
Amaç kiliseyi korumaktır.
Konu, hele ki ülkemizde çok tanıdık ve bildik. Konunun kahramanları, din ve din adamları olunca yapılan kötülüklerin, çocuk istismarı da olsa, hırsızlık da olsa, aklınıza gelmeyecek binbir dalavere de olsa, görmezden gelinmesi, hasır altı edilmesi ve hatta yok sayılması..
Yeter ki din elden gitmesin, dini kurumlar yara almasın..
Film, güzel kurgulanmış ama çok ağır bir havası var...Galiba, konu istismar olunca film de ağırlaşıyor. Oyuncular iyi ama bir tepkisizlikleri var yaşanan bunca olay karşısında.. Belki de yönetmen, toplumun genel tepkisizliğini bu şekilde gösteriyor bize.
Filmi seyrettikten sonra, düşündüm de..Aslında uzun zamandır düşündüğüm birşey bu..
Din diye birşey olmasaydı eğer, dünyamız daha mı yaşanası bir yer olurdu?
12 Ocak 2016 Salı
Room (Gizli Dünya) / 2015
Filmin, Amerika'da bir psikopatın genç bir kızı kaçırıp 7 yıl bir odaya kapatmasını, ve bir de kızın o odada dünyaya getirdiği çocuğunu 5 yaşına kadar büyütmesini anlattığını söylesem, çok da sıradan bir öykü der çoğunluk..
Ama gelin görün ki bu öyküden muazzam bir film çıkıyorsa eğer, bunda kuşkusuz anne ile oğlunu oynayan iki muazzam oyuncunun payı ve yönetmenin payı çok büyük..
Yönetmen tüm film boyunca bizi tetikte tutmayı, bazen gülümsetip bazen gözlerimizde iki damla yaş oluşturmayı, düşündürmeyi, ince detayları gösterebilmeyi, hayatın karanlık ve aydınlık yüzünü, sorgulatmayı çok iyi başarmış.
Anne ve oğlunu oynayan iki oyuncunun kendi bireysel muhteşem performanslarının yanında, uyumları kusursuz..
Film sizi küçüçük bir odadan alıyor ve içiçe geçmiş başka odalara, başka açılara, başka düşüncelere, başka sorulara götürüveriyor.
Kendi güvenli sınırlarımızda yaşamak mıdır mutluluk, yoksa bizi korkutsa da başka limanlara açılmak mıdır?
Alışkanlıklar mıdır bizi hayata bağlayan, yoksa ne olursa olsun üstüne gitmek midir yeni deneyimlerin?
Büyüdükçe daha mı korkusuz oluruz , yoksa deneyimleri olmayan çocuklar mı daha korkusuzdur bu dünyada?
Aslında bizi büyüten çocuklarımız mıdır biz onları büyüttüğümüzü zannederken?
Film 118 dakika..Ben nefes almadan, yerimden kıpırdamadan seyrettim... .
Tahminim epey bir Oskar toplayacağı yönünde...
Ama benim gönül Oskarımı aldı şimdiden..
9 Ocak 2016 Cumartesi
45 Years ( 45 Yıl) / 2015
Filmi seyrederken, özellikle final sahnesinde düşünüp durdum. 45 yıl, 50 yıl hatta daha da uzun bir evlilikte, geçen yıllar boyunca insan neler hisseder, duygular nereden nereye sürüklenir, insanlar birbirlerinin herşeyi mi olur hiçbirşeyi mi olmaz ömrün sonuna yaklaşırken. Bunu benim bilmem mümkün değil..Şimdi bile evlensem tekrar, bu kadar süren bir evliliğe sahip olamayacağım. Ama yine de hep merak edip duracağım ve çok yaşlı iki çifti elele sokaklarda gördüğüm zaman da imreneceğim bunca yılı başarı ile tamamlayabildikleri ve hayat yolcuğunu beraber yürüyebildikleri için...
Ama, sanırım dıştan gözlem sadece o iki kişiyi görüyor, neler hissettiklerini, yaşadıklarını bilmemize imkan yok.
Tıpkı filmdeki Kate ve Geoff gibi...45 yıldır evliler ve yaklaşan evlilik yıldönümleri için bir parti yapmaya karar veriyorlar.
Hiç çocukları yok, neden olmadığını bilmiyoruz. Huzurlu, dingin bir evlilik gibi duruyorsa da dışardan, aslında sessizliğin hakim olduğu, renksiz, sorunların pek de dile getirilmediği bir evlilik. Yaşadıkları evde, yaşayan ev sıcaklığı hissedilmiyor pek. Sanki donmuş bir ev gibi..
Ama bir gün bu donmuş eve, ,adamın evlenmeden önce , dağlarda donarak ölen sevgilisinin, kaybolan cesedinin bunca yıl sonra bulunduğunun haberi geliyor. Ve evdeki donlar, bu haber ile çözülmeye başlıyor. Tıpkı 45 yıl önce ölen kızın cesedinin buzlarının çözülmesi gibi... Şimdiye kadar konuşulmayan şeyler konuşuluyor, sırlar açığa çıkıyor.
Demek ki....45 yıllık bir evlilik bile olsa, eski sevgili, hem de ölmüş bir sevgili bir kadını hala huzursuz edermiş..İlk sevgili, bunca yıl geçse de bir adam için önemli olurmuş, o adamın hala şirazesini kaydırırmış..Demek ki yaş kaç olursa olsun, kadın ve erkek hep aynı imiş hissedilenlerde, davranışlarda, şüphecilikte, kıskançlıkta..
Charlotte Rampling ve Tom Courtenay muhteşem iki oyuncu.
Kısaca seyretmeye değer bir film..
7 Ocak 2016 Perşembe
Bridge of Spies ( Casuslar Köprüsü) / 2015
Şimdilerde siber savaşlar ve hackerlar varken, bir zamanlar soğuk savaş ve casuslar vardı. Ne çok severdim casusluk hikayelerini ve bu hikayeleri anlatan filmleri.
Beynim siber savaşları anlayabilmekte zorlanırken, küçük notlara yazılmış şifreler, karanlık sokaklardaki değiş tokuşlar, fotograf ile çalınan bilgiler bana daha yakın ve anlaşılabilir geliyor hala..
Bu bile, filmi sevmem için yeterliydi beni geçmiş dönemlere götürdüğü için..
Film, 1950 lerde soğuk savaşın başladığı yıllarda geçiyor. Konu aslında bildik. Amerika'da yakalanan bir Rus ajanının, Rusya'da casus uçağı düşüp yakalanan bir Amerikan pilotu ile takas edilmesi süreci.. Takas Berlin'de olacak..Takasta etkin isim de Amerikalı avukat olan, Donovan..
Konu bildik olsa da, Spielberg , Cohen kardeşler ve Tom Hanks filme damgasını vurmuş.
Ben iflah olmaz bir Tom Hanks hayranı olarak yine bayıldım oyunculuğuna. Bir oyuncu ne rol olursa olsun o rolün kalıbına tam oturur mu?..Tom Hanks oturuyor işte.
Spielberg, dönem atmosferini çok iyi vermiş. Berlin'deki sahneler özellikle müthiş. Kış sahneleri, Berlin duvarı, yıkılan Almanya'dan yavaş yavaş yeni Almanya'nın inşası , Alman askerlerinin davranışları çarpıcı..
Film, bir yandan sanki Amerikan propagandası yapıyor gibi gözükse de, Amerikan hakimlerine, yoz Amerikan halkına ve Amerikan İstihbarat Teşkilatına ince göndermeler var. Ve bence Rus ajan, Amerikan pilotuna fark atıyor hem ''dik duran adam'' göndermesi ile hem de entellektüel duruş olarak. Bu vesile ile de Rus ajanı oynayan Mark Rylance'nin çok iyi performans sergilediğini söylemeliyim.
Tom Hanks bu film ile Oskar'ı alır mı bilmiyorum. Ama yine benim kalbimdeki yerini korudu..
5 Ocak 2016 Salı
The Lobster / 2015
Evet film beni çarptı. Yönetmen Yorgos Lanthimos distopik bir film yaratmış.
Yakın gelecekte, ütopik bir dünya...Bu dünyada yalnız olmak yasak. Yalnızlar bir otele kapatılıyor. Belirli bir süre içinde bir ilişki kurmayı başaramayan, en çok dönüşmeyi istediği hayvana dönüştürülüyor.
Öte yanda toplum baskısından kaçan ve ormanda yaşayan yalnızlar topluluğu var.
İlginç olan, hem otelde hem de ormanda kendine göre kuralların olması, ve bu kuralların çok faşizan bir biçimde uygulanması...
Otelde birşey hissetmediği halde hissetmiş gibi yapan insanlar, yalnız kalmamak uğruna öylesine evlilik yapan ve sonra da 'miş' gibi yaşayan toplum insanlarını öylesine güzel hicvediyor ki..Yalnız olursan saldırıya uğrarsın, yalnız olursan tek başına ölürsün, yalnızlık toplum tarafından iyi karşılanmaz , bir iki ortak nokta bile bir arada olmak için yeterlidir gibi, çocukluğumuzdan beri beynimize işlenen düşünce kalıplarının hepsini bu distopik otelde görüyoruz.
Öte tarafta yalnızların bildik argumanları olan sana karışan hiç kimse yok, istediğin zaman müzik dinleyebilirsin, istediğin zaman yürüyüşe çıkabilirsin, istediğin zaman birileri ile sohbet edebilirsin ama istediğin zaman ilişki kuramazsın, öpüşemezsin, sevişemezsin şeklindeki toplum baskılarını ve bunu yapanların cezalandırılışını olanca açıklığı ile gösteriyor ormanda yaşayan ve yalnızlığı tercih eden insanlar arasında.
Ama..Aşk kural tanımaz ya.. Ormanda da bir kadın ve bir erkek birbirlerine aşık oluyorlar. İşte orada, birşey hissettikleri halde hissetmiyor gibi davranmanın zorluğu başlıyor.
Colin Farrel çok farklı bir görüntüde..Bu film için epey kilo almış. Ben oyunculuğunu çok beğenmedim, donuk geldi bana..Belki de verilmek istenen buydu. Ama Rachel Weisz çok iyi oynuyor.
Filmin sonu bence güzel olmuş..
Hani derler ya aşk insanın gözünü kör edermiş. Bence kör olmak, bunu anlatan bir metafor. Son olarak, aslında belirli bir olay yok. Sadece uzun süre perde kararıyor. Ve bu karanlık bize neler olup bittiği hakkında epeyce bir ip ucu veriyor.
Ve karanlık perdede bir şarkı çalmaya başlıyor.
'Τι ειναι αυτο που το λενε αγαπη
Τι ειναι αυτο
Τι ειναι αυτο'
'Bu aşk dedikleri şey nedir
Nedir
Nedir'
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)