26 Kasım 2015 Perşembe

GETT (İsrail usulu boşanma) / 2014



Bir ülkede yasaları belirleyen din ise eğer, o ülkede kadının göz ardı edilmesi ve haklarının yok sayılması kaçınılmaz. 
Din erkekler için.. Erkeklerin yaşam hakkı için, erkeklerin mutluluğu için ve  erkeklerin hakları için..
Herhangi bir Ortadoğu ülkesinde veya başka bir geri kalmış ülkede geçseydi bu film eğer şaşırmazdım. Ama bu hikayenin İsrail'de geçmesi sersemletti beni doğrusu..
Hiç bilmezdim İsrail'de boşanmanın hahamlar tarafından yürütülen şeriat mahkemelerinde görüldüğünü,  erkek boşanmayı isterse sadece ''boş ol'' demesinin boşanmak için yeterli olduğunu, ama eğer boşanmayı kadın isterse, mahkeme boşanma kararı bile verse kocasının bunu onaylamasının gerekliliğinin, boşanma gerçekleştiğinde de erkek tarafından kadının avuçlarına ''GETT'' denilen bir belge bırakıldığını ve bunun da kadını aşağılayan bir ritüel içinde yapıldığını..Hiç bilmemek bir yana, tahmin bile edemezdim tüm bunları.
Film, 30 yıllık bir evlilikten sonra boşanmaya karar vermiş Viviane Amsalem'in uzun yıllar süren mücadelesini anlatıyor.
Film, tek mekan filmi..Sadece mahkeme'de geçiyor. Ama ilginç bir şekilde ruhunuz olan bitene daralsa da sıkılmıyor, sonuna kadar heyecan ile izliyorsunuz.
Oyuncular, özellikle Viviane'ı oynayan oyuncu müthiş. Kamera, karı kocayı oynayan oyunculara yaptığı yakın çekimlerle iyi iş çıkarmış. Çoğu zaman bir bakış, bir mimik çok şey anlatıyor bize..
Bu filmi seyretmek lazım. Görmek, bilmek lazım; dünya üzerinde tahmin etmediğimiz ülkelerde bile kadınların neler yaşadığını.
Ve bir kez daha Atatürk'ü minnetle anmak ve müteşekkir olmamız lazım ona , kadınlarımıza verdiği haklar için. 



25 Kasım 2015 Çarşamba

I''ll see you in my dreams /2015


Kendimin sinema sezonunu açmaya karar vermemle beraber ne seyretsem arayışına girdim.
Bu arayış sırasında, 2015 yılının filmlerine bakarken dikkatimi çeken, hem genç hem de orta yaşın üzerindeki kadın hikayelerini anlatan filmlerin çokluğu idi...Geçenlerde gözüme bir yazı ilişmişti. Nerede gördüğümü ve kimin yazdığını hatırlamamakla birlikte, artık Amerikan sinemasının kadın hikayelerini çokça işlediği, çünkü sinema seyircilerinin daha çok kadın olduğu idi dikkatimi çeken.
Aslında ben de benzer düşünüyorum. Genelde kadınlar daha çok sinemayı seviyor. Belki de şimdilerde öyle.
Bu akşam, kendime hazırladığım seyredilecekler listesinden öncelikle bu filmi seçtim. Galiba kendimi, ya da kendimin 10 yıl sonraki halini seyretmek istediğim için..
Çok da yanılmamışım. 
Filmimizin kahramanı Carol 60'lı yaşlarda, eşini yıllar önce kaybetmiş, kızı kendisinden uzakta yaşayan, emekli ve yalnız bir kadın.
Tek can yoldaşı 14 yıldır birlikte yaşadığı köpeği..Daha çok evinde okuyarak ve televizyon seyrederek vakit geçiren, kadın arkadaşlarıyla hergün kağıt oynamak ve golf oynamak için buluşan, şarap içmekten çok hoşlanan Carol'un birgün köpeği ölüyor. Ve ondan sonrası... Aşkı yeniden aramak...Hayatı sorgulamak..Arkadaşlıklar, Yalnızlık...Emeklilik..Hayatımızın can yoldaşı hayvanlar..
Belki de orta yaşın üstünde yalnız yaşayan her insanın arayışları, yaşadıkları ve  sorgulamaları..
Yaşanılan kayıplar, acılar, ama tevekküllü bir kabulleniş, artık hiçbir şeye şaşırmama hali, yemekten, içmekten alınan büyük keyifler, zamanı yavaşlatarak yaşamak, hiçbirşeye yetişme telaşının olmaması, dışarı çıkmaktansa evde geçirilen zamanların daha tercih edilir oluşu..
Sağlıklı yaşlılık güzel birşey aslında diye hissettiriyor insana film, seyrederken.. Sakin, dingin ve keyifli..
Filmi ben sevdim. Oyuncuları sevdim..Havuz temizleyicisi dışında.
Özellikle benim yaşımdakilere tavsiye ederim. 



21 Kasım 2015 Cumartesi

Portakallı Girit Kurabiyesi


Kokunun da bir hafızası var. Ve bence en güçlü hafızalardan. Yıllar sonra, geçmişe ait bir koku yeniden burnunuza geldiğinde, o eski duygular açığa çıkıveriyor birden. İyi ya da kötü..Ama birden, o eski sizi etkileyen duyguların içinde buluveriyorsunuz kendinizi..Sonra da  o duyguları yaşatan kişiyi ve mekanı hatırlayıveriyorsunuz.
Çocukluk, gençlik  anılarımızın da koku hafızamızla ne çok ilişkisi var aslında..
Ateşli yatağımızda sayıklarken, burnumuza gelen tavuk suyu çorbasının kokusu nasıl annemizin şefkatini hatırlatıyorsa bize, bir bahar akşamüstü evin kapısını çaldığımızda içerden gelen çilek reçeli kokusu kimbilir neler hatırlatıyordur herbirimize..Ya okuldan eve geldiğimizde evin dışına kadar taşmış o şahane kakaolu kekin kokusu..Çoğumuz annemizin o kokusunu hala hissetmez miyiz? Kalbimizi acıtan, günlerce bizi ağlatan eski sevgilinin , bir yerlerde burnumuza çalınan parfümünün kokusu, kaçımızın göz pınarında bir damla yaşa neden olmuştur acaba?
Derler ki iyi koku alanların, hafızası da güçlü olurmuş..Ne kadar doğru bilmiyorum ama ben galiba kokuların peşindeyim, beni iyi hissettiren..
Bu yüzden mutfakla aramın iyi oluşu..
Ya çocukluğuma dönmek, ya kendi oğlumun beynine  o güzel duyguları kazımaktır beni mutfağa yönelten..
Şimdi evi şahane bir kurabiye kokusu sardı..
Portakallı Girit kurabiyesi.
1 su bardağı taze sıkılmış portakal suyu
1su bardağı toz şeker
1 su bardağı zeytinyağı
1 tatlı kaşığı karbonat
Portakal kabuğu rendesi
Aldığı kadar un
Hepsi kulak memesi kıvamında olacak şekilde yoğurulur.
Sonra ceviz büyüklüğünde parçalara şekil verilip ( ben kurabiye kalıpları ile yaptım) üzerine yağlı kağıt serilmiş fırın tepsisine dizilir. 170 derecelik fırında, üstü ve altı hafif kızarana kadar pişirilir.
Ve afiyetle yenilir.

5 Temmuz 2015 Pazar

Ex Machina (2015)



Yıllar yıllar önce, kızkardeşim bilgisayar mühendisliğini seçeceğini söylediğinde, bilgisayarın bile ne olduğunu bilmez, ve hatta tüm aile kızkardeşimin işsiz kalacağından endişe eder haldeydik.
Telgraf ile bize gönderilen müjdeli haberde ise, hayatında bu kelimeyi hiç duymamış posta memurunun, kendince daha akla yakın bulduğu ''bilgisaray mühendisliği'' yazıyordu. Herhalde bir saray inşa edecek mühendis diye düşünmüş de olabilir kendine göre..
Nathan, filmin bir yerinde '' Günün birinde yapay zekalar dönüp bize, bugün bizim Afrika düzlüklerindeki fosillere baktığımız gibi bakacaklar. Kaba bir dil ve ilkel aletlerle toz içinde yaşayan ve nesli tükenmiş iki ayak üzerinde gezen maymunlarmışız gibi''diyor.
Belki de şimdiki nesil, yıllar önce yaşayan insanlara aynı şekilde bakıyordur. Bilgisayarsız, cep telefonsuz, internetsiz, sosyal medyasız..Basit ve ilkel..
Teknolojinin baş döndürücü bir hızla ilerlemesi, son yıllarda yapay zeka ile ilgili çalışmaları da hızlandırdı. Artık yazılım devleri, yapay zeka için ciddi kaynak ayırmaya başladı.
Ex Machina da yapay zeka ile ilgili bir film..Bir insan robot üretiyor dünyanın en büyük arama motorlarının sahiplerinden Nathan..Düşünen , konuşan, muhakeme eden ve fiziksel olarak da nerdeyse bir insan görüntüsünde olan dişi bir robot bu..İsmi Ava..
Nathan, tıpkı Adam gibi bir cennet bahçesinde yaşıyor ve Adam'ın vücudunun bir parçasından Eve'in yaratıldığı gibi , Ava'yı yaratıyor. 
Nathan, bu yapay zekayı test etmesi için, şirketindeki en akıllı program yazılımcısını seçiyor ve kendi cennetine getiriyor. 
Filmin bundan sonrasını, seyretmeyenler için spoiler içerdiği için yazmayacağım.
Film enteresan göndermeler yapıyor. Bu nedenle, her seyredenin filmi başka açıdan okuyacağına eminim.
Benim okuduklarım ise..
Yapay zeka, insanı yener mi sorusu, insanlığın en büyük korkusu olacak yakın zamanda..
Dünyanın kurtuluşu kadınlarla olacak.
Her türün kendi türü ile kendine has, başa türlerin okumasına imkan olmayan bir dili vardır. Yapay zekaların da olacaktır elbet. (Bakınız Ava ile Kyoko'nun hiçbirimizin anlamadığı fısıldaşmaları)
Google'un Facebook'un benim gibi alelade adamın ne ile ilgilendiğinden, neler paylaştığından ne işi olur ki deriz ya hep. İşte yapay zeka, dünyadaki senin, benim gibi insanların bu verileri ile ortaya çıkıyormuş meğer.
Turing'in deneyi ile başlayan , ve günümüze kadar epeyce yapı taşları döşenmiş olan yapay zeka konusunda hayli çarpıcı bir film bu..
Müzikler ise şahane..









26 Haziran 2015 Cuma

Goya's Ghosts (Goya'nın Hayaletleri) 2006

Dünya yüzünde dinler olmasaydı eğer, hayat nasıl olurdu acaba hiç düşündünüz mü? Daha az insan öldürülür, daha az acı çekilir, daha az savaş olur muydu acaba?...
Sadece bugün bile haberlerde din yüzünden öldürülen onlarca insanı duyunca, bu sorununun cevabını vermek çok zor olmasa gerek.
İnsanların zaaflarından, korkularından ve cahilliklerinden beslenen dinler ve din nedeniyle güç, otorite ve büyük maddi imkanlar elde etmiş din adamları insanlığın daha fazla acı ve korku çekmesine neden olmuştur.
Filmi seyrederken bunları düşünüp durdum işte..
Film aslında Goya ile alakalı gibi gözükse de Goya'nın bir biyografisi değil. Goya'nın gözünden o dönemi bize anlatıyor. İspanya'da zamanın en büyük kurumu olan Engisizyon mahkemelerini, Katolik olmayanların sistematik bir şekilde bulunup , yargılanıp, tutuklanmalarını, yapılan işkenceleri, rüzgar ne tarafa doğru eserse o tarafa dönen fırıldakları, sonra Fransızların İspanya'yı işgalini, özgürlük adı altında yapılan kıyımları, halkın kim başa geçerse ona tapınmasını, keser döner sap döner, gün gelir hesap döner lafını bize bir kez daha doğrulatarcasına kötülükleri ayağına dolanan insanları, kısaca günümüze gelene kadar yüzlercesini okuduğumuz, seyrettiğimiz ve hala da şahit olmaya devam ettiğimiz erk sahibi insanların yüzünü anlatıyor bu film.
Goya ise, dediğim gibi bu filmin gözleri..
Film, güzel...Ama Milos Forman'ın bir Guguk Kuşu, bir Amadeus'u değil..Belki kurgunun kimi yerlerde çok hızlanmasından, kimi yerlerde de yavaşlığından...Belki anlatılacak çok şeyin anlatılmaya çalışılmasından.. Belki de filmin İspanyolca değil de İngilizce olmasından..Bilmiyorum tam nedenini ama beni diğer filmleri kadar heyecanlandırmadı.. Javier Bardem ve Natalie Portman'ın şahane oyunculuklarına rağmen..Goya'yı oynayan Stellan Skarsgard'ın da hakkını vermek lazım..
Filmin final sahnesinin de beni benden aldığını söylemeden geçemeyeceğim..
 


24 Haziran 2015 Çarşamba

Woman in Gold 2015


Gustav Klimt, 1862-1918 yılları arasında yaşamış, Avusturyalı bir ressam. En ünlü tablolarından biri de Adale Bloch-Bauer'in portresi.
Film, ressamın tabloyu oluşturan altın varakları hazırlaması ve tabloya yerleştirmesi ile başlıyor. Karşısında da güzeller güzeli modeli Adele.
Adele, filmdeki kahramanımız Maria'nın çok sevdiği ve hayran olduğu yengesi. Maria ve ailesi, Viyana'da sanat, müzik ve şehrin kalburüstü kişileri ile çevrili bir hayat yaşarken Nazi işgali yaşanıyor. Maria ve kocası Amerika'ya kaçmak zorunda kalıyorlar.
Maria ve ailesinin bir sanat müzesi kıvamındaki evleri üst düzey Nazi subaylaı tarafından yağmalanıyor. Adale'nin tablosu da bu yağmadan nasibini alıyor, sonralarda bir sanat aşığının eline düşüp Belvedere'de bir müzede sergilenmeye başlıyor.
Maria, Los Angeles'da yaşarken, kızkardeşinin ölümü ile eline bazı belgeler geçiyor ve kaybettiklerini elde edebilmek için harekete geçiyor. Kendine yardımcı olması içinde arkadaşının oğlu yine Avusturyalı olan bir avukattan yardım istiyor.
Hikayenin bundan sonrası uluslararası bir hukuk mücadelesi..
Evet biliyorum belki Nazi işgali ile ilgili filmler çok ve birçoğu için bıktırıcı olmaya başladı. Ama benim ilgimi çekiyor savaşın gerisindeki yaşananları okumak, izlemek, bilmek.
Bu filmin ise şimdiye kadar seyrettiklerimden farklı bir tarzı var. Daha naif. Daha olağan. Daha esprili. Rahatsız etmiyor. Irkçı söylemlere girmiyor. Ajitasyon yapmıyor. Elbette yaşanılanların bir hüznü var. Özellikle geriye giden sahnelerde daha çok hissediliyor. Ama filmin belkemiğini bu oluşturmuyor.
Filmin özünde insan var. Adalet var. Adaletin evrenselliği var. 
Ben fimi sevdim. Maria'yı oynayan Helen Mirren çok başarılı. Ve filmin özellikle Viyana'da geçen sahneleri çok güzel.
Bir dipnot : Filmin bir iki yerinde Amerikalıların zekasına!  çok iyi göndermeler var. Yönetmen Londralı imiş. Ondan mıdır acaba :)


24 Mayıs 2015 Pazar

Little England / Mikra Anglia 2013



Güney Amerika sinemasına ait birçok film seyrettikten sonra bu kez yönümü karşı kıyıya verdim.
Geçenlerde çok beğenerek ve etkilenerek izlediğim Brides/Nifes filminin yönetmeni Pantelis Voulgaris'in 2003 yılı filmi...Little England/ Mikra Anglia..Aynı adlı romandan sinemaya uyarlanmış.
Bu film yine kadınların hikayesi. Kocaları, babaları, kardeşleri uzak yol gemilerinde denizcilik yapan kadınlar bunlar.
Andros adası..Yıl 1930'lar..Adanın erkeklerinin çoğu denizci.. Adanın kadınları, çocukları ile birlikte yaşam mücadelesi veriyor. 
Bir ev..Kocası uzak yol kaptanı bir anne. Evlenme çağına gelmiş iki kızı var. Kızların başka sevdikleri olmasına rağmen, anne için önemli olan para ve mevki. Hele gemi kaptanı bir erkek ise bu, ideal damat adayı. Anne kendi istekleri doğrultusunda iki kızını gemi kaptanlarıyla evlendiriyor. Sonrasında iki kızının da hayatını nasıl mahvettiğini film boyunca izliyoruz. Kimi zaman kızarak, kimi zaman içimiz daralarak, kimi zaman da üzülerek.
Film boyunca nerdeyse hep hüzün, hep bir iç sıkıntısı, hep bir melankoli var. Adanın ruhu bu çünkü. Ölüm hep yaşantılarında..Uzak denizlerden gelen ölüm haberleri, her yıl yenilenen eski ölülerini anma törenleri, yalnız ve dul kadınların çokluğu, adanın üstünü gri bir renkle boyamış sanki...
Adadaki bir kadın'' Burada yatakların yalnızca kadınların yattığı tarafı çöker '' diyor diğer kadınlara yalnızlığını anlatırken. Çocuklar bile birkaç yılda bir gelen babalarını tanımakta zorluk çekiyorlar.
''Bir kadın için en iyisi, sevdiği bir erkekle evlenmemesidir. Bu da adam yolunu kaybetmeye başladığı zaman, acının büyük olmayacağı anlamına gelir '' diyor, kocası uzun yol kaptanı olan ve Arjantinde başka bir karısı ve oğlu olan kadın..
Film, hem uzunluğu, hem yavaş temposu hem de melankolik yapısı nedeniyle kolay izlenen filmlerden değil..
Ama eğer gerçek hayattan kesitleri izlemeyi seviyorsanız ki ben seviyorum. O yüzden bu filmi de sevdim ara ara duraklamalar vererek, biraz kendimi zorlayarak seyretmeme rağmen.
Oyunculuklar muhteşem. Herbiri şahane fotograf olabilecek kadar güzel çekimlere sahip. Kamera yönetimi ve yakın çekimler çok iyi.
Bu arada belirtmeden geçemeyeceğim.. Kız isteme, ataerkil aile yapısı, hani hepsi tığ ile tek tek örülüp birleştirilen battaniyeler, düğün törenleri, zeytinyağlı yaprak sarma gibi detayları bizden epeyce uzak ve 12 Adalara dahil olmayan Andros'da bile görmek karşı yaka insanlarının bize ne kadar benzediğine bir kez daha şaşırttı beni..









19 Mayıs 2015 Salı

Gelinler /Brides / Νυφες 2004



Öyle bir film ki bu....Seyrederken zaman zaman kalbiniz de ağlıyor..Hem yaşanılanların hüznünden, hem masum, bembeyaz bir aşkın büyüklüğünden..Hem de Stamatis Spanoudakis'in içinize doğru akan müziklerinden..
Erkeklerin başrolde olduğu, kan ve vahşetin hüküm sürdüğü, savaşların gerisinde yaşanan hüzünlü kadın öykülerinden biri bu film. Bir nevi tarihsel kadın antolojisi.
Yıl 1922...Anadolu'da Türk/Yunan savaşı...Rusya'da ise iç savaş.
Erkeklerin çoğu savaşta...Köylerde yaşlı erkekler ve kadınlar var sadece. Gelinlik kızların evlenme şansları kalmamış. Yoksulluk had safhada. Mektup evliliği diye birşey icat etmiş bazı aklı evveller. Yunan kızları, Türk kızları ve Rus kızları için. Amerika'ya göç etmiş ve kendi memleketlisi ile evlenmek isteyen göçmen erkekler ile bu kızları evlendirmek üzerine kurulu..Kızlarını evlendirmek isteyen ailelerin de canına minnet. Hem sofradan bir tabak eksiliyor hem de kızları orada güvencede oluyor.
Ama ya o kızlar..16-22 yaşları arasındaki bu, daha çocuk gelinler, bir gemiye binip günlerce yolculuk yapıp, hiç tanımadıkları bir ülkeye gidip hiç tanımadıkları bir adamla evleniyorlar. Geride bıraktıkları ülkelerini ve ailelerini bir daha hiç görme şansı olmadan. Mutlu olup olamayacaklarını bilmeden, bilemeden..
Niki de bu gelinlerden biri. Aslında önce kardeşi gitmiş Chicago'ya. Ama yapamamış, geri dönmüş. Aile mahçup Chicago'daki damada. Niki'yi gönderiyorlar bu kez aynı adamla evlenmesi için. Ve aynı gelinliği giymesi için.
Niki ile beraber 700 gelin var transatlantik'de...700 masum genç kız. Ayrı öyküleri, ayrı hüzünleri, ayrı korkuları olan. Gemi İzmir'den kalkıyor. 
Ve bir fotografçı da var gemide.. Savaş fotografçısı...Fotografları fazlaca sanatsal bulunduğu için yayınlanmayan... O da evine Amerika'ya geri dönüşte... Zamanla Niki ile yakınlaşıyor. Niki ile yakınlaşması onu bu 700 gelinin arasına sokuyor. Ve onları gelinlikleri ile fotograflıyor tek tek. İşte bu an, son zamanlarda gördüğüm en güzel sahneydi. Kötü bir 3.sınıf mevki'de 700 tane peri kızı.. Masum yüzlü, utangaç, bembeyaz gelinler. Fotografçı Norman'ın dediği gibi ''çölde kar taneleri '' gibiydiler.
Günler süren yolculuktan sonra gemi New York'a yanaşıyor. Limanda ellerinde çiçeklerle ve heyecanla gelinlerini bekleyen damatlar. Hem bir şölen hem inanılmaz bir hüzün yaşatan başka bir sahne daha..
Dedim ya..Sadece gözlerim değil, kalbim de ağladı seyrederken..
Acılarını ve aşklarını içine gömen ve bazan de ölümü tercih eden kadınlar, tüm ailenin yükünü taşıyan, ailenin şerefi ve ismini aşkının önüne koyan kadınlar, kırık umutlarını yeni kıtada yeniden canlandırmak isteyen kadınlar, şaka yapmanın bile erkeklere özgü olduğunu düşünen kadınlar, masum, utangaç, kırgın, kızgın kadınlar..Ama bir o kadar da güçlü kadınlar. Ve film ilerledikçe, daha doğrusu yolculuk ilerledikçe bu yolculuğun olgunlaştırdığı kadınlar. Hepsi kalbinizin başka yerini acıtıyor film boyu.
Eski İzmir, eski fotograflar, eski gelinlikler filme ayrı bir güzellik ve bir o kadar da hüzün veriyor.
Hele hele Spanoudakis'in müzikleri. Sanki her nota her bir acıyı ayrı ayrı anlatıyor.
Filmde Niki'yi oynayan Victoria Haralabidou muhteşem.
Yönetmen Pantelis Voulgaris'e ben şapka çıkarttım bu filmi için.
Kesinlikle tavsiye ediyorum..


       







6 Mayıs 2015 Çarşamba

El Secreto De Sus Ojos (The Secret in Their Eyes) /2009


2009'da çekilmiş bu film..Ama ben ancak bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine haberdar oldum ve bunca zamandır seyretmemiş olduğuma epeyce hayıflandım. Neyse ki filmdeki gibi 25 yıl geç kalmamışım..
Konu aslında basit denilebilecek bir polisiye öyküye sahipken, oyuncular, detaylar, çekimler ve vurucu bir final, bir filmi devleştirebiliyormuş demek ki..
O polisiye öyküyü izlerken, Arjantin'deki faşizan yönetimi, erkeklerin tutkularını , futbolu, adalet sistemini, devlet için çalıştırılan katilleri, boşa geçen hayatları, söylenemeyen ve yaşanamayan aşkları da seyrediyorsunuz o kurgu içine çok güzel serpiştirilmiş şekilde.
Film adı ile müsemma adeta. Filmin başrolünde gözler oynuyor bir nevi. Filmin  önemli anları , kırılma noktaları bakışlarda yaşanıyor.
Başrol oyuncuları Ricardo Darin ve Soledad Villamil şahane oynuyorlar. Ben, Sandoval karakterine de, bu karakteri  oynayan oyuncuya da bayıldım. Öyle vurucu mesajlar vardı ki sözlerinde, 
Bir ara Benjamin'e söylediği ' Bir erkek herşeyini değiştirebilir, yüzünü, evini , ailesini, kız arkadaşını, dinini, tanrısını..Yine de değiştiremeyeceği bir şey var Benjamin..Tutkularını değiştiremez '' sözü filmin mihenk taşı idi..
Filmde 25 yıl boyunca ilan edilemeyen ve yaşanamayan bir aşk öyküsü, Benjamin'in Temo (korkuyorum) yazdığı karalamanın 25 yıl sonra bir a eklenmesi ile Teamo (seviyorum) 'a dönüşümü ve yıllarca 'a' harfini yazamayan bir daktilonun film boyunca varlığı, hep bir kapıyı aç, kapıyı kapa muhabbetinin filmin sonunda kapanan bir kapı ile bitişi, sorgu anında arkada ateş üstündeki çaydanlığın sorgu uzadıkça kaynaması, buharlar çıkarması gibi enteresan ayrıntılar filme lezzet katıyor. Belki bir kez daha seyredilirse daha çok ayrıntı çıkacak gözden kaçan.
Arjantin yapımı bu film, yakınlarda seyrettiğim Relatos Salvajes ve El Cuerpo... İyisi mi Güney Amerikalıların şerrinden uzak durmak gerekir dedirtti bana..






2 Mayıs 2015 Cumartesi

PK / 2014



''Anladım ki iki Tanrı var...
  Birincisi bizi yaratan Tanrı..
  İkincisi insanların yarattığı Tanrı''

''Ben hangi Tanrı'ya dua edeceğim?
  Ellerimi göklere açıp dua mı edeyim?
  Yoksa ayaklarının dibine secde mi edeyim?
  Hangi kitabı takip edeyim?
  Bazısı ineğe dua et diyor, bazısı ineği kurban et..
  Bazısı gün doğumunda yemek ye diyor, bazısı gün batımında..
  Bazısı salı günü oruç tut diyor, bazısı cumartesi, bazısı pazar..
  Hangi Tanrı bana yardım edecek? ''

PK, işte bunları soruyor film boyu. Uzaydan geliyor PK. Hindistan'ın tam göbeğine.. Hiç yalan söylenmeyen, çıplak dolaşılan, seksin, öpüşmenin ayıp olmadığı bir gezegen onunkisi..
Haliyle dünyamıza şaşırıp kalıyor. Film boyunca asıl sorguladığı ve işin içinden çıkamadığı ise dinler.. Deist bir yaklaşımı var PK'nın. Tanrı ile insanın arasına kimsenin girmemesi gerektiği yönünde. Özellikle din simsarlarına karşı çıkıyor. 
Çocukluğumuzdan beri bize korkuyla öğretilen inançlar, kurallar, dinin hayatımızı etkileyişi ve din ticareti yapanlar. 
PK, bunları akıllıca sorularla öyle bir yerle bir ediyor ki.. Bu yerle bir ediş ancak bu kadar naiflikle, bu kadar tatlılıkla yapılabilir. 
Benim şimdiye kadar bu konularda okuduğum tüm kitaplar, yazılar, seyrettiğim tüm filmler PK nın sorgulayış biçimi karşısında eksik kaldı.
Filmin içinde çok güzel bir aşk öyküsü de var. Hem de şahane Brugge manzaraları eşliğinde yaşanan.
Hint danslarından hoşlanıyorsanız o da var...
Aamir Khan döktürüyor PK rolu ile.
Ah bu Hintliler..Anlatmak istediklerini hep böyle nafilikle anlatan, bir o kadar da çok zeki insanlar. Bayılıyorum ben onlara. Hint filmlerine de keza..
Filmi kesinlikle tavsiye ediyorum. Hele gündemin üstümüze üstümüze geldiği, kaçacak yer aradığımız bu günlerde ruhunuza o kadar iyi gelecek ki..
Belki beni duyar PK...Çünkü demişti ki '' Ben her gün dünyaya el sallayacağım''...
Bizim ülkemize de gelsene PK. Sana çok ihtiyacımız var. 





25 Nisan 2015 Cumartesi

The Best Offer (La migliore offerta) /2013


Her sahte sanat eserinde orijinal birşey saklıdır.
Herşey sahte olabilir, Aşk bile..
Filmin bu iki repliği filmin özeti sanki..
Sanat ve antika tutkunu 60 yaşlarında bir adam..Aynı zamanda müzayede yöneten. İşini kusursuz yapan..İnsanlara ve aslında hiçbirşeye dokunmamak için eldivenler giyen..Giydiği eldivenlere ait bile müthiş bir kolleksiyonu olan.. Hiçbir kadınla ilişki kurmamış..Kadınlarla kurduğu tek ilişki , yönettiği müzayedelerden hile ile topladığı ve kapalı kapılar ardında sakladığı kadın portrelerini seyretmek olan garip bir adam var filmin başrolünde..Geoffrey Rush'ın olağanüstü oynadığı bu adam Virgil, duvarlar arkasında yaşayan genç bir kadın ile tanışıyor birgün..Daha doğrusu önce sesi ile tanıştığı bu kadını, daha sonra duvarların arkasından çıkarıyor ve aşık oluyor.
Bundan sonra yazdıklarım spoiler içerdiğinden yazdıklarımı filmi izledikten sonra okumanızı öneririm.
Filmin sonu beklenmedik gibi görünse de.. Aslında ikinci yarıdan itibaren sonucu az çok tahmin ettim. Çoğu seyircinin de tahmin ettiğini sanıyorum. Çünkü yönetmen tüm ip uçlarını o kadar akıllıca  veriyor ki..Birşeylerin yolunda gitmediğini anlıyorsunuz.. Sonucu tahmin ettim ama filmin finaline kadar kabul etmek istemedim doğrusu.
Aslında düşününce, işte dedim.Yönetmen bunu görmemizi istiyor. Aşkın kör edişini. Hepimiz anlıyoruz. Ama Virgil anlamıyor neler olacağını. Çünkü aşık insan görmüyor. Duymuyor. Görmek, duymak istemiyor. Ta ki başına balyoz vurulana kadar.
Virgil'in de başına o balyoz vurulduğunda tek tek çözüyor ip uçlarını. Ama yine de inanmak istemiyor bu aldatılışı ki. Ta Prag'a gidip buluyor Claire'nin en huzurlu hissettiği yer olan o cafe'yi. 
Yönetmen birinci finali, Virgil'in tablolarını sakladığı o odaya girdiğinde boş duvarları gördüğünde yapmış.
Ama bence filmin ikinci finali var ki..Müthişti..Prag'daki o cafe'deki bitiş kafamda hızla akan sorulara neden oldu. Saatleri ve dişli çarkları gördüğümde, cafe'nin sahibinin  Robert olup olamayacağını...Virgil'in  garsonun sorusuna yalnızım yerine, birini bekliyorum demesini. O sırada aklıma gelen, Robert'in monte ettiği robotun sürekli '' her sahte sanat eserinde orijinal birşey saklıdır'' repliğini tekrar edip durmasını..Ve daha önce Claire'nin o muhteşem kolleksiyonun olduğu odada Virgil'in boynuna sarılıp '' Bize ne olursa olsun seni sevdiğimi bil'' demesini.
Ve bütün bu soruların cevabı hiç verilmedi. Cevapların seyirciye bırakılmıştı.
Ben kendi cevabımı buldum. Belki de beni rahatlattığı için bunu seçtim.
Cevabım ''Her sahte aşkın içinde bile duygular vardır.'' 
Ve hatta işi ileriye götürüp, Virgil'in Prag'daki o cafe'de Claire ile buluşacağını bile düşündüm..Neden olmasın?
Bu arada söylemeden geçemeyeceğim. Sonu Virgil için hüsran bile olsa, bu aşk onu iyileştirdi. Eldiven giymeyi bıraktı, sosyal bir insana dönüştü. 
Zaten hepimize iyi gelmez mi aşk?
Filmi çok beğendim. Bana sorular sorduran, beni sürekli ayakta tutan, düşündüren filmleri seviyorum ben. Bir de buna Geoffrey Rush'ın müthiş oyunculuğu, Ennio Morricone'nin şahane müzikleri, şahane tablolar, heykeller, mekanlar ve Tornatore'nin usta yönetmenliği eklenirse ne denilebilir ki böyle bir filme..
Seyretmelisiniz en kısa zamanda denir ancak..

23 Nisan 2015 Perşembe

Lucia de B / 2013


Bu gecenin tarafımdan seçilmiş filmi....
Hollanda yapımı, yabancı dilde Oscar adayları arasında olan bir film.
Mood'unuzun iyi olduğu bir zamanda izlemenizi öneririm. Öykünün zorluğu dışında, karanlık sahnelerin çokluğu, kulağa hiç de melodik gelmeyen Flemenkçe, hastane ve hapishane sahnelerinin ruh daraltan atmosferi size iyi gelmeyebilir çünkü..Ama tüm bunlar filmi zor seyredilir yapmıyor. Aksine akıcı gidiyor film ve ustaca kurgulanmış. Ve oyuncular başarılı.
Filmi seyrederken aslında yabancılık çekmiyorsunuz. O kadar çok var ki bunlardan ülkemizde çünkü..Kişilik ve yaşam karakterlerinize göre toplumun yaftalamaları, gerek maddi, gerekse manevi hırsı nedeni ile gerçekleri örtbas etmekten beis duymayan insanlar, medyanın gücü ve şahsiyetsizliği, çarpık adalet sistemi, çok az da çıksa karşımıza, gerçekler uğruna herşeylerini feda etmekten kaçınmayan Jeanne d'Arc'lar, sevgi ile bağlandıkları insanın, tüm dünya karşı olsa bile yanında olanlar ve çok eskilerde olan Cadı Avı'nın hala günümüzdeki güncellemelerine maruz kalan kurbanlar.
Dedim ya.. Ülkemizde biz aşinayız. Nerdeyse vaka-ı adileyeden sayılıyor.
Hollanda'da ise sanırım nadirattan yaşanmış bu öykü gerçek hayatta. Film yapmışlar. Ama seyredilesi bir film olmuş..Hakkını yemeyelim.
PS: Filmi seyrederken aklıma başka bir film geldi. Seyretmeyenler için tavsiyedir. Özellikle mahkeme sahneleri hayranlarına... Jodie Foster oynuyordu. Sanık ( The Accused ). Jodie döktürüyordu o filmde.


KIŞ UYKUSU/ 2014





Uzundur erteliyordum..Bugüne, karlı ve soğuk bir günde evde kısılıp kalmaya çok uygun düşer diye nihayet seyredebildim '' Kış Uykusu'' nu...
İtiraf ediyorum..Şimdiye kadar seyrettiğim NBC filmlerinden hep çok sıkıldım..Özellikle Uzak ve İklimler filmlerinde...Üç maymun bana göre daha ehveni şer idi..
Ama bu filmine bayıldımmm....
Oyunun karakterleri o kadar gerçekler ki...O kadar gerçek ve doğal dialoglar var ki..O kadar gözümüze sokulmadan ince ayrıntılarla işlenmiş ki film..
Yine karlar...Yine bir Anadolu şehri..Yine o kasvetli kış..Yine kısılmışlık ve daralma duygusu..Hepsi benzer...Ama o karakterler ve dialoglar filmi hoop diye diğer filmlerinin üstüne çıkardı benim gözümde..
Hiçbir şey üretmeyen , sadece düşünen ve yazan, aslında hak, adalet ve vicdan derken bir gülüşü ile bile ne kadar üstün olduğunu hissetirmeye çalışan, kimseleri beğenmeyen bir kesim aydını ( karakterin de ismi Aydın) ne de güzel anlatmış NBC..
Eve ayakkabı ile girilmesi ve imam efendi ayakkabısını çıkarınca evde erkek terliği olmadığı için ona bir kadın terliği verilmesi beni benden alan bir sahne oldu...
Aydın ile kardeşi Necla'nın dialogları, o bahsettiğim bir kesim aydın'ı ağır bir masaya yatırış şekliyle beni hayran bıraktı..
Keşke bitmese biraz daha sürse dedim..
Yazılacak çok şey var film hakkında..Çok detay var belki de gözden kaçırdığım..
Belki bir kez daha seyretmek gerekir sindirebilmek için..
Ama daha kar yağacak gibi gözüküyor..Belki kimbilir...

Cafe De Flore/2011



Paris'i ziyaret edenler belki bu ünlü kafe'ye gitmişlerdir. Saint-Germain'de vaktiyle Jean Paul Sartre , Simone de Beauvoir'ın müdavimi olduğu kafedir kendileri. Ve film adını buradan alıyor.
Filmi o kadar sevdim ki...Burada yazacağım şeyler, filmi seyrederken hissettiklerim yanında yavan kalacak, biliyorum.

Filmin ana karakteri Down sendromlu bir çocuğun, annesinden sürekli '' Cafe, Cafe '' diye çalmasını istediği şarkı zaten başlı başına bir olay. Oradaki oyunculardan birinin dediği gibi sizi yükselten, dinledikçe dinleyisiniz gelen bir şarkı...
Filmle müzikler iç içe geçmiş gibi..Pink Floyd'dan Sigur Ros'a, Dinah Washington'dan The Cure'e kadar harika seçimler.
Oyunculuklar, 2 küçük Down sendromlu çocukdan tüm karakterlere kadar müthiş...
Çok farklı iki zaman dilimi anlatılıyor. Ama öyle güzel kurgulanmış ve geçişler öylesine yapılmış ki, hayran bırakıyor yönetmenin ustalığına..
E yönetmen tabi meşhur CRAZY filminin yönetmeni Jean-Marc Vallee olursa buna şaşırmamak gerekir.
Sinematografiyi de çok sevdim ben..
Ama asıl ve asıl sevdiğim, sevgi bu kadar mı güzel anlatılır. Az sözle, sadece beden dili ile..Çok etkilendim. O sevgiyi içimde hissettim çoğu zaman.
Belki filmin sonu size saçma gelecek. İnançlarınıza ya da inanmıyor olduklarınıza ters düşecek. 
Öyle bile olsa seyretmeye değer..

24 Mart 2015 Salı

Peynirli kapalı pide



Hani kendinizi rahatlatmak için an'da kalmaya çalışın denir ya..Meditasyonun amacıdır zaten an'da kalmayı başarabilmek.
Birkaç meditasyon denemem hüsran ile sonuçlandı. Her meditasyon, beynime daha çok düşüncenin hücum etmesini sağladı. Bir..İki..Ve vazgeçtim meditasyondan..
Anladım ki benim an'da kalabilmem için birşeyler ile uğraşmam lazım. Bana keyif veren, zorlama olmayan birşeyler..Yaş ilerledikçe farkındalık artıyor galiba. Ben de farkettim ki benim için yemek yapmak böyle bir uğraş. Sadece ve sadece ürettiğime odaklanıyorum. Başka tüm düşünceler beynimden yok olup gidiyor. Bu da en alâ an'da kalmak değil midir?
Bugün de zor bir gündü..Zor ve yorucu. Bir de üstüne uykusuzdum. Eve gelir gelmez bedenim hemen uyumak istedi. Ama ruhum yemek yapmak. Bedeni uyku ile dinlendirmek kolay da..Ruhu dinlendirmek pek öyle olamıyor.
Sonunda ruhum bedenime galip geldi ve ben kendimi mutfakta buldum.
Ve bugünkü imalat çıktı ortaya. Peynirli kapalı pide..
Efendim bunun için önce hamurumuzu hazırlayıp mayalanmaya bırakıyoruz.
4 adet pide yapmak için 10 gr kadar yaş mayayı az bir su ile eritiyoruz. 
2 su bardağı kadar unu, 1 su bardağı su, erittiğimiz yaş maya ve az tuz ile karıştırıp iyice yoğuruyoruz. Hamurun tam olduğunu, hamurun elimize yapışmaması ile anlıyoruz.
Bu hamuru 4 eşit parçaya bölüp, kabı havlulara sarıp sarmalayıp 1 saat kadar bekletiyoruz.
Diğer tarafta pidemizin içini hazırlıyoruz. Ben peynirli yaptım. Lor peyniri ile Ekici'nin lokumlu peynirini karıştırdım. Ki bu lokumlu peynir son zamanların vazgeçilmezlerinden oldu benim ve oğlum için. Öyle nefis...
Peyniri 1 yumurta ile karıştırıp beklemeye alıyoruz hamur olana kadar.
Tabii iç olarak biber, domates doğranmış kavrulmuş kıyma olur, sebze olur. Artık size kalmış.
Hamur olunca her bir ayrılmış parçayı, un serpilmiş masaya alıp ince uzun açıyoruz.

Sonra ortasına içi ekliyoruz..


Ve pidenin kenarlarını kapatıyoruz ve uçlarını birleştiriyoruz.


Sonra da fırın tepsimize asrın buluşu yağlı kağıdı serip , pideleri üstüne diziyoruz.


200 derecede önceden ısıtılmış fırında 20 dakika kadar pişiriyoruz. Fırından çıkan pidelerimizin kenarlarına tereyağı sürersek daha da nefis oluyor.

Ve yanında iyi demlenmiş bir çay olur, ayran olur, afiyetle yiyoruz pidelerimizi..


21 Mart 2015 Cumartesi

Kemerlerinizi Bağlayın/Ferzan Özpetek 2014



Bir yerde okumuştum..'' Benim filmlerim hafiftir. En hüzünlü hikayeyi anlatırken bile '' dediğini Ferzan Özpetek'in..
Ben de hep hafif hissederdim onun filmlerini seyrederken.
O çevresine oturulup, uzun uzun yemek yenen büyük masaların her filminde başrolde olması mı, seçtiği şarkılar mı, dialogların naifliği mi , yoksa hayat verdiği karakterlerin gücü mü?..Bilemiyorum tan olarak ama hep iyi hissettirdi kendimi bana onun filmleri..
Ama bu filminde ne iyi ne kötü birşey hissedemedim.
Ve film, diğer birçok filmine göre vasat geldi bana. Bir Cahil Periler, bir Karşı Pencere, bir Hamam ile kıyaslandığında epey vasat.
Çünkü o uzun masa yoktu. Uzun masanın etrafına toplanmış insanlar yoktu. Şarap ve makarna yoktu. Serra Yılmaz yoktu. Sezen Aksu şarkısı bile yoktu bu filmde. Her filminde mutlaka olan gay karakteri bile geri planda idi.
Bana çok aşkı hissettirmeyen, daha çok tutku olduğunu düşündüğüm ve niye 13 yıl sürdüğünü anlayamadığım bir aşkın iki kahramanı. Evliler, 2 de çocukları var. Ama bu kadar mı mimiksiz dialoglar olur, bu kadar mı buz gibi bir evlilik olur..Çocuklar bile donuk. Evde yaşayan anne ve teyze olmasa herşey tatsız tutsuz.
Sonra filmin orta yerinde, birden bire kötücül bir hastalığın gelişi ile hayatları tepetaklak oluveriyor. Herkesin yaşadığı gibi. Bir gün öncesi ve bir gün sonrası aynı olmuyor artık , hastalığın öğrenilişi ile.
Sonrası....Bildiğimiz kemoretapi seanları.. Aile fertlerinin bilindik tepki ve davranışları..
Ve daha sonrası..Vermiyor sonu bize yönetmen, seyirciye bırakarak bitiriyor filmi..
Filmi dediğim gibi vasat bulsam da İşte Ferzan farkı dedirten ayrıntılar, insan hikayeleri vardı bu filmde de..Hele hele hastanede yatan bir hasta vardı ki..Bence filmin büyük ödülü ona verimeli.
Ve İtalyanın o güzel sokakları, yağmuru bile seyredilesiydi her zamanki gibi..









19 Mart 2015 Perşembe

Ispanaklı Peynirli Açma Börek

Sinema bloğunun içinde yemek yazısı ne ola ki diyeceksiniz biliyorum.
İyi bir film gözümüze, kulağımıza, gönlümüze hitap ederken tad duygusunu boş bırakmak olur mu hiç?..
Sinemada film seyrederken patlamış mısır nasıl keyif verir hepimize. Hele eski sinemalarda frigobuz vardı benim bayıldığım. Artık ne yazık ki satmıyorlar.
Evde film seyretmenin de keyfi başkadır. Hele yanımızda atıştırmalık birşeyler varsa. 
Ben bu yüzden ara ara tarifler yazacağım, zor olmayan, ama yerken damağınıza bayram ettiren..
Ve en önemlisi iyi bir filme eşlik edebilen..
Bugün açma börek ile başlayalım tarifimize.
Nasıl kolay tarifmiş diye söylenmenizi duyar gibiyim.
Gerçekten kolay. hepi topu en fazla yarım saatinizi alacak bir tarif.
İyi bir hazır yufka ile de şahane börekler yapılabiliyor. Ama hiçbirinin yerini almıyor açma börek. 
Hep korkarız ben açamam diye. Ama benim gibi el mahareti çok olmayan biri bile açabildiyorsa eğer, bence herkes yapabilir. Yeter ki isteyin.
Gelelim böreğimize..
Hamuru için önce bir tarafta yarım su bardağı kadar tereyağını eritiyoruz. Geniş bir kaba 3 su bardağı un, 1 su bardağı süt, çok az tuz ve yarım paket yaş maya ekliyoruz. Önerim yaş mayayı bir fincan içinde az bir su ile iyice eritip öyle eklemeniz. Ve en son, kaba erimiş tereyağını ekliyoruz. Ve hepsini iyice yoğuruyoruz. 
Sonra da kabın üstünü bir strech ile iyice kapatıp, üstüne de bir havlu sarıp bir köşede yarım saat mayalanması için bekletiyoruz.
Bu arada içini hazırlayabiliriz. İçi tamamen kendi zevkinize kalmış. Kıymalı olur, patatesli olur, sebzeli olur, peynirli olur.
Ben ıspanaklı peynirli yaptım içini.
Önce bir baş soğanı küçük küçük doğrayıp az bir zeytinyağında kavurdum. Çok az biber salçası ekledim. Sonra ince ince doğranmış yarım kilo kadar ıspanağı ekleyip az pişirdim. Sonra bunun içine beyaz peynir ve rendelenmiş kaşar peyniri ekledim. Miktarları tamamen size kalmış. 
Hamurumuz mayalanınca, ikiye bölüyoruz. Un serpilmiş tezgahın üstünde bu hamuru merdane veya oklava aracılığı ile kullanacağımız tepsinin boyutlarından biraz büyük açıyoruz. Ve bunu az sıvı yağ ile yağlanmış tepsiye kenarları tepsiden hafif sarkacak şekilde yerleştiriyoruz.
Sonra üstüne hazırladığımız içi yayıyoruz. Buradaki püf noktası kullanacağımız iç malzemesinin iyice soğumuş olması.

Daha sonra, kalan hamuru açıyor ve için üstüne seriyoruz. Kenarları iyice kapatıp birleştiriyoruz.



Sonra da bıçakla böreği kesiyor ve üstüne yumurta sarısı sürüyoruz.



170 dereceye ayarlanıp,önceden ısıtılmış fırında yaklaşık 40 dakika kadar üstü kızarana kadar pişiriyoruz.

Sonra da afiyetle yiyoruz......

Ankara'da Tiyatro




Ankara'da Tiyatro...Belki de Ankara'yı Ankara yapan, denizi, doğası olmayan başkentimizi yaşanılası kılan bir sanatdır tiyatro. Hep deriz ya ''Ankara bir kültürdür'' diye. Bir tarih barındıran Ankara Devlet Tiyatrosu kurumu da, bu kültürün oluşmasında yadsınamayacak bir role sahip olmuştur.
1949'da rahmetli Muhsin Ertuğrul ve arkadaşlarının çabası ile kurulmuş Ankara Devlet Tiyatrosu. 
Büyük Sahne, Küçük Tiyatro, Oda Sahnesi,Yeni Sahne ve Altındağ Tiyatrosu vardı önceleri. Sonra Yeni Sahne'yi kapattılar. Çayyolu Tiyatrosu ve İrfan Şahinbaş atölyesi açıldı sonralarda da.
Benim annem ve babam, özellikle babam tiyatro aşığıdır.Gençliğinde amatör 
çok oyunda oynamışlığı varmış ve eğer o zamanın maddi şartları müsait olsaymış, öğretmen olacağına konservatuar okuyup, tiyatro oyuncusu olmak istermiş hep. Benim üniversite sınavında son tercihim Dil Tarih Fakültesi Tiyatro bölümü idi..Eğer onu kazansa idim, babam da gelip benle okuyacak kadar aşık idi tiyatroya.
Babamın ve annemin bu tiyatro sevdası nedeniyle bizim çocukluğumuz ve gençliğimiz tiyatrolarda geçti.Ankara'nın hiçbirşey yapılmayan uzun kış gecelerinde tiyatrolara giderdik biz. Bazen oyunlar kapalı gişe oynardı ve sabahın erkeninde girilirdi kuyruklara bilet bulabilmek için..
Dünya klasikleri, Türk Tiyatrosunun önde gelen eserleri, Modern Tiyatro örnekleri...Neler neler seyretmedik ki..
Ve AST ...Ankara'nın özel tiyatro sınıfında tek ve çok önemli bir tiyatrosu..O küçücük salonunda ne dev eserler seyrettik..Hele hele 80 öncesinde ne olaylar yaşadık İzmir Caddesi'nin bu direniş tiyatrosu'nda.
Ve şimdi kapatılmak isteniyor Devlet Tiyatroları..Elbette isterler. Çünkü Atam'ın dediği gibi ''’Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir''..Ve onlar bizim can damarımızı kesmek istiyorlar...Evrensel değerlerden uzak kalalım, bilmeyelim, öğrenmeyelim, sorgulamayalım diye..
Ama yapamayacaklar..
Özgür günlerde nice Tiyatrolar Günü kutlamak dileğimle...

18 Mart 2015 Çarşamba

Relatos Salvajes ( Wild Tales) 2014


İçimizde uyuyan bir canavar var mıdır?  Bu canavar ne zaman uyanır ?
Ve herkesin canavarı uyandırılabilir mi?
Bu sorulara şöyle cevap versem..Filmi seyrederken, içinizdeki o canavarla yüzleşme garantisini veriyorum desem..
Hani deriz ya ''Şeytan diyor ki '' diye.. O şeytanın dediklerini yapan insanları, 6 farklı öyküde gösteriyor bize film..
6 farklı şahane öykü kara mizah tarzında anlatılıyor. Bir an dehşet ile seyrederken, kısa bir an sonra kahkahayı patlatıyorsunuz.
Müthiş ironiler var. Ve o kadar iyi seçilmiş hikayeler var ki..Oradaki durumu, oradaki insanı veya oradaki bir oluşumu yüz farklı duruma, kişiye veya oluşuma genelleyebilir, o gözle seyredebilirsiniz. Mesela bir öyküde geçen, araba cezası yazan ve arabaları parka çeken şirketi, sizi deli eden ve aklınızı başınızdan alan bir ton oluşuma evirebilirsiniz.
Dedim ya film 6 öyküden oluşuyor. Jenerik öncesi ilk kısa öykü ile filmin sizi hangi mecraya çekeceğini anlıyor ve koltuğunuza mıhlanıyorsunuz. Jenerik geçerken, her oyuncunun ismi ile bir hayvan eşleştirilmiş.Bununla içimizdeki hayvanın çıkartılacağı mesajı verilmişse de ben bunu hayvanlara haksızlık olarak gördüm. O yüzden yazıma başlarken canavar kelimesini özellikle seçtim. Hayvanlar zaten bu kadar ayrıntılı ve organize intikam planı yapamazlar ki..
İnsanların benzer şeylere sinirlendiğini görmek, farklı toplumların benzer şeylerle insanları çıldırtması ve nerede yaşarsa yaşasın bazı durumlarda insanların benzer senaryoları üretmeleri şaşırtıcı geliyor. Belki Arjantin bizimle çok benzer.Evet film Arjantin filmi. Bu Arjantin ve İspanyol sineması beni benden alıyor. 

Bu filmde de böyle oldu. Şaşırttı.. Düşündürdü..Kahkahalar attırdı. Kimi zaman da dehşete düşürdü..
Film, bir düğünde geçen son öykü ile müthis bir final yapıyor. Emir Kusturica'yı hatırlattı bana bu düğün..Ama sadece o kadar mı?..Seyredin ne demek istediğimi anlayacaksınız..Özellikle kadın izleyiciler 
Filmin soundtrack'ı çok güzel..https://www.youtube.com/watch?v=uipu1o5BnxU
Buradan dinleyebilirsiniz..Ennio Morricone tadında.
Oyuncular da işi çok iyi götürmüş.
Damián Szifrón filmin yazarı ve yönetmeni..Bu adı akılda tutmakta fayda var. Takipte olacağım ben kendi adıma..
Bu arada söylemeliyim ki benim ilahım Almodovar'ın da filme dokunmuşluğu var..

Whiplash /2014



Belki bazı arkadaşlarım bana içerliyorlardır..Türkiye her gün uçurumun kenarına biraz daha yaklaşırken bu film yorumları da neyin nesi diye..
Karanlık dönemlerden geçerken ,sürekli aynı konu ile ilgilenmek ve düşünmek insanın gücünü azaltıyor. Şiddet, entrika, yalan , dolan ve ölümler olurken her an, ruhumuzu da sürekli bu karanlığa boğmamız hayatın ritmine aykırı..Çünkü hayatın bir ritmi var. Hızlanan, yavaşlayan, şiddetlenen, durağanlaşan, kimi zaman üzüntüden yerlere seren, kimi zaman neşeden havalar uçuran..
İşte ben bu ritmi yakalamaya çalışıyorum...Sevdiğim şeylerle..
Hayatın ritmi demişken, bu filmin de bir ritmi vardı. Kimi zaman sakinleşen,kimi zaman hızlanan ve şiddetlenen. Keza, filmin adının anlamı gibiydi..Kamçı gibi vuruyordu seyrederken. 
Ve bu ritme en uygun enstrüman davuldan daha iyi seçilemezdi bence...
Jazz'ı sever misiniz ? 
Ben çok severim. .Her enstrüman bana farklı duygular verir. Trombet hüzünlü bir kadının gözyaşlarını, trombon çocukca neşeyi, saksafon yaz akşamının kokusunu hissettirir bana. Bass duyduğumda babamın güven veren sesi gelir aklıma. Piyano ise hayallerimin fon müziğidir.
Davul ise hayatın ritmidir. Bazen hızlanır, şiddetlenir, sakinleşir, sakinleştiğinde bile güvenemezsiniz çoğu zaman hızlanmayacağına..
Dedim ya bu filmde bundan iyi enstrüman seçilemezdi. Filmi seyrederken anımsadım birden bire.. Her davul solo izlediğimde yerime mıhlandığımı, tüm sinirlerimin gerildiğini..Bazen sadece bagetlerin yavaş yavaş davula vurmasına iner ritm..Ama bitmezdi gerilimim, arkasından yükselişe geçeceğini bildiğimden o bagetlerin vuruşunun..
Bir Jazz davul öğrencisi ile eğitmeninin anlatıldığı film de aynen bu hissi veriyor tüm seyir boyu. Yazar ve yönetmen Damien Chazelle bu işi çok iyi başarmış. Hem de çok küçük bir bütçe ile.
Yardımcı erkek oyuncu Oscar'ını kazanan J.K. Simmons çok başarılı.Bir insan çok konuşmadan çoğu zaman vücut dili ve elleri ile demek istediklerini anlatabilir mi? Anlatıyor hem de en şahanesinden..Hayran oldum.
Öğrenci rolündeki Miles Teller de harika bir oyunculuk sergiliyor.

Film bana Black Swan'ı hatırlattı kimi zaman. Orada annesine kendini ispat etmeye çalışan bir balerin vardı hatırlarsanız. Burada ise baba ve oğul aynı minvalde.
Çok çalışmanın bedelinin en büyük işareti kan akmasıdır niyeyse..Black Swan'da ayakları kanayan balerinin yerini burada parmakları kanayan davulcu almış.
Ama bunlar bile filmi sevmeme engel olmadı.
Ha çok sertti, böyle eğitim mi olurmuş diyenlere şunu söylemek isterim. Çok 
uzağa gitmeye gerek yok. Tıp Fakültesinde bile yaşadıklarımızı yazsam bir film daha çıkar inanın.. Böyle mi olması gerekiyor? O ayrı bir tartışma konusu.
Hala seyretmeyenler var ise kesinlikle tavsiye ederim...Hale hele Jazz seviyorsanız..
İçimde kaldı söylemeden edemeyeceğim. Birdman mi bu film derseniz ben Whiplash derim hiç düşünmeden..
Benden Birdman yorumu bekleyen sevgili arkadaşlarım için ise ayrı bir başlık açmadan bir iki kelam etmek gerekirse..Ki daha fazla yazamam o film hakkında.. Çünkü maalesef bir duygu oluşturamadı bende.
Ben Amerikan kültürüne hep kendimi uzak hissetmişken nasıl olur da Birdman'i beğenebilirim. Tiyatroda bile hissedilen vahşi kapitalizmin yansımaları, yüzeysel ilişkiler, duygusuz yapılan sex ,sigaranın nerdeyse yasaklı hale geldiği ülkede kendini uyuşturucuya gark eden problemli insanlar, devasa gökdelenler. Bunlar bana hiç hitap etmiyor, yakın hissettirmiyor bir duygu vermiyor. Amerika gerçekte bu olmayabilir ama filmin verdikleri bu yönü. Ha film ilginç, oyuncular iyi oynuyor. Ama bu kadar benim için.
Buraya kadar sabredip okuduysanız eğer, teşekkür ederim..
Sizi seviyorum...

Philomena / 2014





PHILOMENA (2013)
Bu ara çok film seyrediyoruz Nazom ile beraber...
Bugünkü film etkileyici, gerçek bir öyküden uyarlanmış bir dramdı.
Gerçek öykü barındıran birçok film seyrettim. Ama bu filmin kapanışında, karşıma gerçek hayattaki gerçek karakterlerin kısa bir videosunun çıkması beni sarstı doğrusu.
Çünkü öyle bir dram ki zaten yaşananlar, o son sahnedeki o videoyu görene kadar bir yeriniz hep reddediyor birilerinin bunu yaşayabilme ihtimalini..
Ama yaşanmış işte. İçinizi acı ile burkan bir şekilde..
Bir yandan da ince ince işlenen bir mizah var. Hayatında otelde bile kalmamış, seyahat etmemiş, son derece tekdüze bir yaşamı olan dindar bir yaşlı kadın ile, entellektüel ve ateist bir gazetecinin dialogları içinizi ferahlatıyor zaman zaman.
Katı dinlerde kadının aşağılanması ve zulüme uğraması, Tanrıya daha da yaklaşmak uğruna diğer insanların ve duygularının hiçe sayılması bir kez daha karşınıza çıkıyor. Gay olgusu ve buna bir annenin nasıl da doğal yaklaşabildiği hayranlık uyandırıyor. Affetmenin önemi affedenin huzurunu görünce daha da bir içinize siniyor.
Ve bütün bunları seyrederken muhteşem oyunculuğuna hayran kalıyorsunuz Judi Dench'in...Bir insanın gözleri bu kadar mı iyi yansıtır duyguları.
Filmin bir yerinde ise beni epeyce şaşırtan bir dialog gelişiyor. Arabada giderken ateist gazeteci ile yaşlı dindar kadın, din hakkında tartışmaya başlıyorlar. Ve gazeteci din adına yapılanlar saçmalıkları anlatırken Türkiye'de olan depremin 
 günahkarları cezalandırmak için olduğu söylemini örnek veriyor. Dünyaya rezil olmuşuz meğer :)

Still Alice /2014





''Still Alice''..
Uzun zamandır izlemek istiyordum..Ama erteliyordum da bir yandan aslında.
Belki mesleki olarak yine mi Alzheimer diye içime sıkıntılar basmasından..
Belki her seyrettiğim Alzheimer ile ilgili filmin benim ruhuma iyi gelmemesinden..
Belki de ya ben de bir gün olursam diye korkumdan..
Ama bugün tüm engellemelerimi bir yana bırakıp seyrettim..İyi ki de seyretmişim..
Çok abartmıyor, çok dramatize etmiyor..Ama öyle küçük detaylar ve ustaca örülmüş cümleler var ki...Boğazınıza bir yumruk oturuyor film boyu...
Filmin ismi bile yumruk gibi aslında..Still Alice..Anıları da gitse, bilişsel fonksiyonlarını da yitirse..O yine Alice... Sevenleri için..
Filmin bir yerinde Alice diyor ki..''I miss myself''....Kocası John'un yanıtı '' I miss you too Ali...So much''
Alzheimer herkes için ve bunu yaşayan tüm yakınları için çok zor bir hastalık..Hele son derece entellektüel bir dil bilimi profesörü buna yakalanırsa..Alice'in kendi sözleri ile ifade ettiği gibi varlığını dil ile, sözcüklerle, aklı ve yaşama biçimi ile gösteren biri tüm bunları kaybetmeye başlarsa geriye ne kalır?..
Alice kocasına şöyle der hastalığının başlangıç döneminde ''Keşke kanser olsaydım..Hiç olmazsa utanmazdım..Kanserliler için pembe kurdelalar takarlar, yürüyüşler düzenlerler, kendini şey gibi hissetmezsin''.....Bunları söylerken bile kocasına, bulamadığı sözcük için ''şey '' sözcüğünü kullanır..
Ve bir konuşma yapar bu hastalık ile savaşanlara ve yakınlarına..Orada şöyle der..
''The poet Elizabeth Bishoponce wrote: 'the Art of Losing isn't hard to master: so many things seem filled with the intent to be lost that their loss is no disaster.' I'm not a poet, I am a person living with early onset Alzheimer's, and as that person I find myself learning the art of losing every day. Losing my bearings, losing objects, losing sleep, but mostly losing memories...''
Bundan daha iyi yapılabilir mi bu hastalığın tanımı '' The art of losing''
Elbette, bu bayıldığım tanımlamalar, hastalığın size ne yaptığından çok sizin bu savaşta neler yaptığınıza yönelmiş anlatım, yazar Lisa Genova'ya ait..Aynı adlı romanını sabırsızlıkla bekliyorum okumak için...
Ve gelelim Julianne Moore'a...Bu rolü ile Oscar'a aday..Fazlası ile hak etmiş adaylığı bu oyunu ile..Diğer adayları izleyemedim daha henüz ama...Alırsa hiç şaşırmam..Bunca Alzheimer hastası gördüm..Hem başlangıç döneminde, hem ileri dönemde..O yaşanılan duygular ve tüm evrelerin yüz mimiklerine yansımış hali bu kadar mı iyi verilir? Şapka çıkardım..
Ha bu arada..Eğer Oscar'ı alırsa..Herkes bundan sonra Alec Baldwin'in karısını oynamak için sıraya girecek..Geçen yıl da yine Alec Baldwin'in karısını oynayan Cate Blanchett almıştı ya Oscar'ı :)